Thursday 26 October 2017

23. Tanrılar, Tanrıçalar... Meksika, Kayıp pasaport.





Küçük bir çöl kasabasında olduğumu unutturan rahatlıkta bir kafede, akşam saatlerinde oturmuş, uzun süre dilimin ve kalemimin ucunda beklettiğim blog yazımı yazmaya başlıyorum.
Kafe derken, soya sütüyle buzlu latte yapabilen, eski-yumuşak-geniş kanepesinde rahatlatan, klimayla üfüldeten bir kafe. Çölün ortasındaki vaha bu kafe. Bir de huzurluyum, bir de huzurlu... Normalde fiziksel hazların altını böyle çizmem ama bu dünyanın holografik sanallığının şu anda farkında olan bir varlık olarak onun tadını çıkarmaktayım, ve içimden böyle yazmak geldiyse, öyle olsun. Her şey ruhun deneyimi için. 

Yuuka ve Maya yarınki uzun ve sıcak yolculuğumuza hazırlanmak için erken yatmışlar. Bense bu gece içime dolunay ışığıyla dolan yazma isteğini son zerresine kadar kullanmaya kararlı, yazıyorum. 

Son yazımdan bu yana biri 7.1, biri de 8.2 kuvvetinde, iki deprem yaşadık. Meksika sallandı, dünyanın aksı kaydı.
İlk depremin merkezine yaklaşık 300 km uzaklıktaydık. San Cristobal kasabasında, bir gece vakti uyumaya hazırlanırken, 2. katında kaldığımız yaşlı otel sallanmaya başladı. Geçer dedik. Geçmedi. Giderek gücü artan sallantı yaklaşık birinci dakikasını doldururken sokaktan gelen çığlığı duyduk. Dışarı çıkın, dışarı çıkın, yıkılacak diye ingilizce bağırıyordu biri. Otelin o vakit tek yabancı müşterisi biz olduğumuz için bu çağrının bize olduğunu anladık. Ayakta donup kalmıştık. Bir an dışarı çıkmaya karar verdik ve hızlı adımlarla koridora yürüdük. Yuka koridoru dönmüş merdivenlere doğru ilerlerken ve ben kucağımdaki Maya'yla henüz o dönemece varmamışken elektrikler gidiverdi. Belki depremin 1,5 dakikası dolmuştu. Maya ve ben odamıza yakındık, Yuuka ise koridorun sonundaki merdivenlere ve çıkışa yakındı.
Yuuka'ya seslendim : "Yuuka biz gelemeyiz karanlıkta, sen dışarı çık, biz odaya geri dönüyoruz"
Bu arada sokaklarda sirenler çalmaya başlamıştı. El yordamıyla odanın  girişini arayıp buldum.
Yuuka, "Gökhan, gökhan" diye seslendi.
"Lütfen dışarı çık" diye geri seslendim.
Depremin ikinci dakikasında küçük masamızı bulmuştuk. Altına girdik.
"Mayacım korkma, her şey yolunda" gibi bişeyler dedim.
"Korkmuyorum baba" dedi.

Bu an son anımız olabilir diye geçti aklımdan. Maya'ya sıkı sıkı sarıldım.

"Yaradanım bütünün hayrına olan neyse ona hazırım"

Bunu tüm inancımla söylememe rağmen ortaya çıkan heyecan hissinin nasıl kaslarımı eritir gibi yediğini, dişlerimin birbirine nasıl kenetlendiğini, alnımdan damlayan sıcak teri hissedebiliyordum.
Masanın altındaki o bir dakika sonsuzluk gibiydi. Ayahuaska annenin ve ya Toad'un birlik bilincine eritmeden önceki son sıkıştırması gibi, sonsuzmuş gibi bir histi;  ama sonsuz değildi. Her şey başlıyor ve bitiyor; sürekli değişiyor. Onun için,  an'ın yaşattıklarına teslim olmak; acıysa acı, kederse keder, korkuysa korku, ölümse ölüm, doğumsa doğum, orgazmsa orgazm, tüm gücüyle ona teslim olmak, onu yaşamak ve anın ışığa dönüşümüne tanık olmak gerek...

Depremin sallayan gücünün bittiğini, artık binanın aldığı ataletle sallanmaya devam ettiğini sezdim. Yaşam enerjisi aktı bedenimin her uzvuna. Bir süre daha bekledikten sonra, kucağımda Mayay'la, el yordamıyla koridoru bulup ilerledim ve koridorun sonunda Yuuka'yı buldum. Odaya geri dönmeye çalışmış ama yapamayıp koridorun ortasında kalmıştı.
Birbirimize sarıldık ve sinirsel bir gülme yaşadıktan sonra sokağa çıktık. Çevremizde yıkılan bina yoktu ama her kes sokaktaydı. Şehir sirenleri bütün gece çalıp durdu. Depremin sonucunu ölüm ve acıyla karşılayanlar için dua ettik. Bir süre sonra odamıza çıkıp uyuduk.

---

Kafenin çalışanları, kapatıyoruz artık dediler. Hiç bir deneyim sonsuz değil ve burası bir çöl kasabası. Realiteyi unutmamak gerek.
Çok şükür ki duyduğum huzur bu konfor alanından değil, sonsuz oluşumdan geliyor. Huzurumu da aldım, iyi geceler dileyip çıktım. Yazıya devam etmek için odamıza geri döndüm.

Gelmiş geçmiş en kuvvetli tayfunlardan biri olarak anılan İrma, Karayip adalarını vurmaya başladığında, ki bir başka tropikal fırtına da Meksika'ya karayiplerden çıkış yapmak üzereyken antik Maya kenti Palanque'ye gittik. Fırtınaların getirdiği kuvvetli yağmurların altında ıslandık.

Adım attığımız her yerin enerjisini dinledik.  "Tanrılara" insan kurban edilmiş kimi alanların karanlık enerji imzasını sezdik. Attığımız her adım bütüne hizmet olsun diyerek ağır adımlarla yürüdük.
Mayalar bir toplum olsa da, bir Maya şehrinden diğerine, farklı enerjiler vardı. Kimi alanlarda kuvvetli ışık ve sevgi enerjisi de sezdik.

Piramitler kimin ne niyetle kullandığına göre, ışık ve ya karanlığa hizmet edebilecek ruhani teknolojiler. Gezdiğimiz piramitlerin hepsinin ışığa kenetlendiğini, ışık kanalize ettiğini ve bunda  galaktik kardeşliğin rolü olduğunu hissettik.


Kimdi bu Tanrılar? Maya'lara, Aztek'lere, Mısır'lılara, teknolojiler bahşetmiş, astroloji, matematik, tıp, dil öğretmiş, kendilerine insan kurban edilmiş Tanrı'ların kimler olduğunu anlayabilmek için, Sümer Tabletlerinin çevirilerini okumak gerek.

Özetle değiniyorum; henüz Dünya üstünde yalnız maymunlar ve bazı hayvan türleri barınırken, Nibiru ismindeki bir gezegenin, Annunaki ismindeki halkı, 3600 yılda bir olan Dünya yaklaşımı sırasında, teknolojilerinde işlerini görecek olan altını toplamak üzere Dünya'ya inerler. Başlarında Enki ve Enlil isminde 2 prens vardır. Enlil  Dünya Kralı olur, Enki Dünya Bilim Adamı görevine kalır. 6 gün içinde bir şehir yaratıp, 7. Gün dinlenirler. Annunakiler altın çıkarmak için ağır iş yapmak istemeyince, Enki maymunların genleriyle kendi genlerini birleştirerek kölelik edecek yeni bir tür yaratmaya çalışır. Başarısız ve ya yarı başarılı pek çok insansı varlığı öylece ormana bırakır. Sonunda aklı gelişim gösterebilen ilk insanları yaratır ve ilk çifte Adam ve Eve (Adem ve Havva) isimlerini verir. İnsanlar altın kölesi olarak çalışırken Adam ve Eve, Dünya kralı Enlil'in cennet bahçesine getirilirler  (Aden garden). Kral insanların çıplak güzelliğini izlemek istemiştir. Yalnız Adem ve Eve yaşam ağacının yasaklı meyvasını yemiş yani sevişmeyi ve üremeyi öğrenmişlerdir. Tanrı (Enlil) onları cennetinden kovar. Doğaya serbest bırakılan Adem ve Havva'nın onlarca yıl içinde nasıl geliştiğini ve üreyip çoğaldıklarını uzaktan izlemişler.
Kral Enlil insanları yarattıklarına pişmandır. Onların bu gelişiminin kontrolden çıkıp bir gün başlarına dert olacağını düşünür. Kardeşinin durdurması olmasa onları bir kerede silip yokedecektir. Bilim adamı olan Enki ise insanlarla genlerini paylaştığı için onlara karşı sevgi beslemeye başlamıştır. Gelişmeleri, evrimleşmeleri için onlara eğitim vermeye başlamış, teknolojilerini kullandırmış. Sonra bir noktada Enki ve Enlil ve onların çocukları birbirine karşı savaşa düşmüş ve dünyanın farklı noktalarını kendi üstleri haline getirmişler.

Dünya üstünde geçirilen binlerce yıl içinde Annunakiler insanlar için Tanrı rolünde olmuş. Kimi Annunaki Tanrıları daha karanlık, kimi Annunaki Tanrıları daha aydınlık olmuş. Kimilerine meyva sebze sepeti adanarak onurlandırılmış, kimilerine istekleri üzerine insan kurban edilmiş.

Kimi Annunaki Tanrıları İnsanlığın bilinç yükselişini önleyecek uzun vadeli genetik teknolojiler kullanmış. Kimileri ise binlerce yıl ileri ışık tutacak bilgelik dersleri hediye etmiş. Tabii zaman içinde galaksinin daha gelişmiş varlıkları da Dünya üzerinde oynan oyunu görmüş ve katılmış. Kimi gurup hey orada durun, demiş "Evrim her varlığın hakkıdır!" Karanlıktan beslenen kimi gurupta dünya üstündeki bu kaostan faydalanmaya gelmiş.

Yani insanoğlu gelişsin ve galaktik olsun mu? Yoksa köle olarak mı kalsın? Bu konuya Annunakilerden de öte ve her anlamda üstün varlıklar katılıp oyunun yönünü ışığa doğru çevirmişler, (çevirmekteler).
Pek çok detayın olduğu bu büyük hikayeyi en kaba haliyle özetledim. Hatalarım bağışlana. Konuya Sümer tabletlerinden girdiysem de, orada yer almayan, başka kaynaklardan gelen kalbime yatmış bilgilerle genişleterek sonlandırdım. 

Hem Maya tabletlerinde hem Sümer tabletlerinde, Nibiru (Marduk) gezegeni ve halkı olan Annunakilerden bahsedilmiş.

 3600 yılda bir olan Dünya geçişlerinde, kızıl gezegen Nibiru'nun çok kuvvetli çekim alanına giren Dünya'nın, manyetik kuzey-güney kutuplarının yer değiştirdiği, bunun sonucunda da büyük depremler, büyük fırtınalar, büyük afetlerin yaşandığı, yine antik tabletlerde kaydedilmiş.

Dünyanın sonunun geldiğine inanmamızı isteyen, işi gücü korku yaymak olan karanlık gurup, 21 Aralık 2012 tarihinde sona eren Maya takvimini işaret etmiş, hollywood filmlerinden, belgesellere, televizyondan, internete ve dergilere dek yanıltıcı ve ürkütücü bilgiyi yaymıştı. Dünyanın galaktik merkezle aynı hatta gelişi sonucu aldığı yüksek dozlardaki foton ışığı nedeniyle, insanlığın yaşamakta olduğu toplu bilinç yükselişini engelleyebilmek için kollektif bilince sürekli aynı başlıklarla korku pompaladılar; Dünyanın sonu, 3. Dünya savaşı, terörizm, salgın hastalık, uzaylı istilası, nwo (yeni dünya düzeni), arconlar vs... ve işe devam ediyorlar.

Oysa 21 aralık 2012 dünyanın sonunu değil, bir sıfırlanmanın başlangıcı olan Nibiru gezegeninin manyetik alanına girişimizi işaret edermiş. Bu gün merak eder araştırırsanız bulabilirsiniz; Nasa'nın ve ya Dünya liderlerinin sözünü dahi etmediği Nibiru'yu teleskop ile görüntüleyen pek çok amatör ve profesyonel  uzay gözlemcisi var.

İçinde yaşadığımız bu çılgın dönemden ruh, akıl, beden sağlığımızı koruyarak, ve hepsinin ötesinde "süper insan" , kutsal varlığımızı bulup, sahiplenip, olarak çıkmamızın tek yolu akışa şükranla teslim olmak.
İnsanlık olarak küvetin içindeki çekilen suda, deliğe doğru döne döne yaklaşıyoruz. Bu dönüşten son derece rahatsız olmuş, debelenen, direnen, çığlık atan kişiler fiziksel, akılsal, ruhsal hastalıklardan muzdaripler. Deliğe doğru kollarını açmış süzülerek gidenler ise o kadar sağlıklı ve huzurlu.
O delikten geçtiğimizde her kes gözlerini aynı yerde açar mı bilinmez. Bu yolculukta benimle yer almış tüm varlıkları ve ruhlarını şükranla selamlıyorum.

---

Palanque' den daha kuzeydeki Oaxaca şehrine geçtik. Planımız Oaxaca'da bir kaç gün dinlenmek, Amerika sınırına yakın Hermosillo'ya uçmak ve oradan da kara yoluyla Amerika'ya geçmekti.
Amerika geçişimize tam 4 gün kalmıştı. 5 gün sonra, doğum günümde Sedona vorteksinde olmak üzere ne kadar kuvvetli bir arzunun içinde olduğumun ve anı yaşamak yerine bir planı yerine getirmeğe çırpındığımın farkında değildim. Yuuka bu halimi sessizce izlemekteydi.
Kaldığımız otelin interneti o kadar yavaştı ki bir türlü Hermosillo biletimizi satın alamıyordum. Adeta ben acele ettikçe, her şey yavaşlıyordu.
Pasaportumu yanıma aldım ve interneti olan bir kafeye gitmek üzere yola çıktık.
Solu sağı büyük hangar türü dükkanlar olan bir sokakta yürüyorduk. Gökyüzünden gelen tuhaf bir ses sinyali duymaya başladım. Resmen kulağımda whom whom whom diye bas bir ses vardı. Başımı kaldırıp gökyüzünü taradım. Hiç bir şey yoktu. Başımda bir basınç oluştu. Sonra yerden sıcak bir enerji dalgası yükseldi. Bu panik enerjisiydi ve bana ait değildi. Bu insanlığın panik enerjisiydi. Kulaklarım tıkanmış gibi zonklarken, sıcak enerji yukarı tırmanırken sanki zaman yavaşladı. Bunlar 10 saniye mi sürdü, bir kaç saniyemi bilmiyorum. Sonra yer gök, binalar, yollar, sallandı. İnsanlar çığlıklar atarak binalardan dışarı koştu. Altında durduğumuz binadan uzaklaşıp yolun ortasında durduk. 30-40 saniye kadar sürmüştü.
Depremin merkezinin uzağımızda olduğunu ama her nerede olduysa büyük zarara yol açtığını o an tahmin ettik.
Sokakların ortasında dakikalarca panik içinde ayakta duran, telefonlarının ekranına kilitlenmiş insanların arasında yürüyüp kafeye vardık. İnternete bağlanınca haberlere baktım ve gördüm ki, (tam da Mexico-1985 büyük depreminin yıldönümü olan bu günde), Mexico şehrine yakın bir kasabada 8.2 büyüklüğünde bir deprem olmuştu. Bizden yine 300-400 km kadar uzaktı. Henüz depremin ne kadar zarar verdiği bilinmiyordu ama şehirden dumanlar yükseliyordu. 


Pasaportumu çıkarttım. İnternet üzerinden Hermosillo biletimi aldım, Amerika'da kiralayacağımız arabanın rezervasyonunu yaptım, çantamı topladım. Otelimize döndük, çantamı açtım; pasaport yok.
Paniksizce kafeye geri döndüm. Kafe kapanmış. Gece aklımın içindeki kurtlarla uyudum. Sabah bir daha gittim. Kafede dedilerki, pasaport bulmadık. İşte o an kafamdan aşağıya kaynar sular döküldü. 20 eylül, öyle bir gündü. Pasaport resmen buharlaşıp uçmuştu. Hiç bir yerde çıkartmamıştım. Kafeden direkt odamıza dönmüştük. Olay tam bir gizem olarak kaldı. Bu yeni durumu kabul etmek ve planlarımızı yeniden yapılandırmaktan başka bir şey yapamazdık. Amerikaya hızla ulaşmak konusunda nasıl hırslı bir arzu beslediğimi sonunda farketmiştim. İçimdeki ses gitmelisin, gitmelisin diyordu. Biliyordum gitmem bütünün hayrınaydı. Yalnızca o gidişi doğal akışında yaşayamıyordum ve sanki acelem vardı. Her doğum günümde Sedona vorteksinde meditasyon yapıyormuşumcasına...

Yeni pasaport çıkartmak üzere Mexico şehrine gidelim dedik. Kaybolan pasaportumdaki Amerikan vizesini anımsayınca bir kova daha kaynar su boşaldı.

Yeniden pasaport çıkartmak ve yeniden Amerikan vizesi edinmek, hem de Meksika'da, ne kadar vaktimizi alabilirdi. Düşünmeye korktum açıkçası. 15 Ekim'de Amerika-Sand Point'de yapacağımız gurup ses şifa çalışması için bekleniyorduk. 20 Ekim'de ise Seattle'dan Tokyo'ya alınmış bir uçak biletimiz vardı. Amerika'ya gidiş amacımız olan Sedona ve Shasta'yı görebilecek miydik?
Pasaportu kaybetmiş, derin düşünceler içinde, şehir sokaklarında yürürken organik bir pazar yeri bulduk. Masasında oturmuş ne yapacağımızı konuşurken, 2,5 yaşındaki kızlarıyla güzel bir aile çıkıp geldi. Güzeldiler ama kimseyle tanışacak modda değildik. Sessizce içimden selamladım onları. Bir süre sonra kalktık. Şehrin uzak bir köşesine doğru yürümüşüz. Bir kafede durup oturduk. Konuşmaya, akıl fırtınası yaratmaya devam ettik.
Dedim ki, "Yuuka, Türk Konsolosluğu Mexico şehrinde, ama biz Mexico şehrinde kalmayalım. Binalar çok yaşlı ve depremle çok zarar görmüş olabilir. Pasaport çıkartmak en az 1 haftayı alır. Mexico şehrine yakın küçük bir kasaba ve ya köy bulalım. Köyde yaşayalım. Ben günü birlik konsolosluğa gider gelirim. "

Şehre 1 saat uzaklıktaki bir kasaba-köy bulabilmek için google haritaları açmıştık ki, organik pazarda gördüğümüz o güzel aile gelip tam dibimizdeki masanın sandalyelerine oturdular. Onların da bizim de yüzümüzde  gülümseme doğdu. İlk sözüm "artık tanışmalıyız" oldu. Onlar da "kesinlikle" dediler ve birbirini tanıyan arkadaşlar gibi gülüştük, el sıkıştık, sarıldık. Maya ve bebekleri Love (adı LOVE) oynamaya başladılar hemen.
Kadın Guatemala'lı Heno, Adam Amerikalı Luz.
Luz dedi ki, " uykudan yeni uyanmıştım ve sizi gördüm ama tanışma moduna geçemedim ilk karşılaştığımız yerde"
"Nereye gidiyorsunuz",  diye sordu.
"Pasaportumuzu kaybetmeseydik yarın Hermosillo'ya uçacaktık. Şimdiyse yeni pasaport çıkartmak için Mexico şehrine gitmeliyiz".

"Ohh bizimle gelin o zaman" dedi. " bir karavanımız var ve Mexico şehrine bir saat uzaklıkta Tepoztlan adında bir kasabaya gidiyoruz"

Yuuka'yla göz göze bakıştık. Hımmm, dedim içimden... Pasaportun kaybolmasının sebepleri var... her şey tıkır tıkır planlı ilerliyor... Nereye gidiyoruz? Nereye götürülüyoruz? Kimlerle tanıştık? Kimlerle tanıştırılacağız. Olaylar nelere gebe? Amerika'ya gidebilecek miyiz?

Hiç düşünmeden "evet, geliyoruz" dedik.


Ertesi sabah gökyüzünde uçan Hermosillo uçağına el salladık ve karavanın arkasındaki yatağa oturduk. Ömrümün en keyifli yolculuklarından biriydi. Maya Love'ın ablası olmuştu. Ona sarılıyor, kucağına oturtuyor, oyunlar oynatıyordu. Tıngır mıngır yol aldık. Yol üstü lokantalarında acılı Mexico yemekleri yedik. Luz ve Heno akapunktur ve masaj çalışmaları yapan ışık dolu terapistlerdi. Bize Tepoztlan'a gitme sebeplerinin enerjisi çok yüksek bir yer olması olduğunu söylediler. Biz de dedik ki, yolculuğumuzu başından sonuna buna adadık; yeryüzü çakralarına yolculuk yapıyoruz.


Demek Tepoztlan'a uğramadan Amerika'ya gitmek yokmuş bize.
12 saatlik karavan yolculuğu sonunda gece yarısına doğru kasabanın küçük meydanına vardık.
Meydanda toplanmış onlarca insan kamyonların arkalarından aldıkları karton kolileri elden ele atıp meydanın merkezine yığıyorlardı. Bunların başka şehirlerden gelen deprem yardımları olduğunu anladık. Hala yıkımın ne büyüklükte olduğunu bilmiyorduk. Duyduk ki 10 dakika uzaktaki komşu köy depremin merkeziymiş ve bu alanda 1500 ev yıkılmış. Çok ölen olmuş. İçinde bulunduğumuz Tepoztlan kasabasını 4 bir taraftan saran çok yüksek kayalık dağların ortadan yarıldıklarını, toprakta da çok derin bir yarık oluştuğunu, yetkililerin kasabayı boşaltıp boşaltmamak konusunda kararsızlık içinde olduklarını duyduk. Öyleki dağlar kasabanın üstüne inebilirmiş... Yani, yeni vardığımız bu kasabanın vahim bir tehlikeyle burun buruna olduğunu öğrendik.

Gece yarısını az geçe bulduğumuz otele girip uyuduk. Ben erkenden çıkıp Mexico şehrinde Türk Konsolosluğuna gittim. Ayağında sandalları, şortu, eski bir tişörtü, yüzünde 2 karış sakalı olan bu yolcuyu, genç, traşlı, jilet gibi giyinmiş, ayakkabıları parlayan bir arkadaş karşıladı. Elinden geldiğince kibardı ama gözlerindeki başka bir boyuta bakar şaşkınlığını hissetmemek mümkün değildi. Kalbimin tamamını açarak gözlerine baktım.

"En az bir hafta sürer" dedi.
"Şaşırmadım", dedim içimden.

Maya ve Love her gün buluşup oynadılar. Abla ve kardeş olmanın tadını çıkarttılar.

Çoğu kez pasaportu neden kaybettiğimi, ruhun bizi nereye götürmek istediğini, bütün bu olanların altındaki şifa ve dersleri biraz olsun anlayabilmek için düşündüm.
Tarih 23 eylül ekinoks günüydü. Büyük depremin yardığı dağın eteğindeyde ve kuvbetli bir yer yüzü çakrasındaydık. Tibet çanaklarımızı aldık ve ekinoks seremonisi yapmak üzere  yarığın eşiğinde bir yere gittik.
Kayalık ve ormanlık bir alandı. Toprağı kazdık. İçine sevgimizi ve Japonyadan getirdiğimiz kutsal tuzu koyduk. Bu tuz Japonya'da budist rahipler tarafından okunup üflenmiş çok kuvvetli alan temizliği yapabilen tuzdu. Onu nerede kullanmamız gerekeceğini bütün yolculuk boyunca merak etmiştik. O gün 23 eylül sonbahar ekinoksuydu. Çok kuvvetli bir ışık indi. Dağın ve insanlığın stresini aldı sanki. Tibet çanaklarını çaldık. Dünya anneye yaşamakta olduğu bu büyük değişimde ve insanlığa yaşamakta olduğu doğum sancısını kabulde ilahi yardımcılar diledik, çağırdık. Gelişlerini izledik, şükrettik. Biz dünyanın etrafında, tam olması gereken yerde konumlanmış 144 bin insandan üçüydük. Ne yapmamız gerektiğini bilmiyorduk. Olacak olanın varlığımız aracılığıyla olmasına tanıklık ediyorduk. Bu satırları okuyan ve kendinin o 144 binden biri olduğunu bilen her kes gibi. (Hopi kehanetine göre 144 bin gökkuşağı savaşçısı (ışık işçisi), dünyanın dönüşüm çağında yardımcı, hizmetkar görevler yapar)

Sonra 24 eylül doğumgünümün sabahı uyandım ve kendimi doğduğum için kutladım. İyiki doğmuşum, iyiki varım, kendimi seviyorum dedim. Dünyanın neresinde olsam aynı mutluluğu yaşayacağımı biliyordum.

Aura fotoğrafları çeken bir dükkanın önünden geçiyorduk. "Kendime ve sana bu hediyeyi vermek istiyorum", dedim Yuuka'ya ve dükkana girdik.

Çekimi beklerken çalmakta olan şarkıya kulak verdim.
Dünyayı kastederek, " Neden burada olduğumu biliyorum", diyordu şarkının sözleri.

Bu sözleri duymak gözlerime yaşları getirdi. Kalp çakram üstünde taşıdığı yorgunluğu attı ve ardına kadar açıldı. Ahhhh deyiverdim yine ve o an fotoğraf çekildi.

Fotoğrafçıdan çıktık,otelimize dönerken Toad elçisi Prem'i gördüm yolun ortasında. Gözlerime inanamadım. En son 2 ay önce, Peru'nun kutsal Vadisinde birbirimize veda etmiştik.
Çocuksu kahkahalarla zıplayarak sarıldık birbirimize. Binlerce kilometre uzakta, küçücük bir Meksika kasabasında yine buluşmuştuk.
İngiltere'ye , evine dönmekte olan Prem'e bir kere daha veda ettik.


Yeni Pasaportu beklerken geçen 1 haftanın son günlerindeyse, Mexico'nun kuzeyindeki Teotihoakan Maya Piramitlerine gittik. Güneş piramidi ve Ay piramidi vardı. Güneş piramidinin 65 metre yükseklikteki bedenine tırmandık. Tepesi, üzerinde 500 kişiyi tutabilecek genişlikte düz kesim bir alandı. Gidip tam ortasında durdum.
Aman Allahım. Bu kadar aktif, bu kadar güçlü bir enerji alanı... Ayakta duruyordum. Gözlerimi kapatmamla birlikte uçuverdim. Büyük ihtimal ayakta yaprak gibi sallanıyordum. Bir güç beni ayakta tutmaya devam ediyordu. Enerji kuvvetli bir nehir gibi yerden göğe doğru yükseliyor, aynı zamanda evrensel enerji aşağı piramidin içine doğru akıyordu. Bir kere daha, bütün olanlar çok anlamlı gözüktü gözüme...

Pasaportun kaybolması, ışık işçisi çiftin karavanı, deprem kasabası Tepoztlan, 23 eylül ekinoks seremonisi, Teotihoakan güneş piramidi... Pasaportu kaybettiğim için öyle şükran doluydum ve öyle mutluydum ki...

Özüm, alabileceğim kadar ışıkla besledi.
Sonra Yuuka aynı noktada kısa bir meditasyon yaptı.
O da aynı takdir ve şükran hisleriyle gözlerini açtı.

İlahi plan öyle mükemmel, öyle adil, öyle yüce...
Teslim olmak; en acı veren anda dahi Ona güvenmek, Ona sığınmak, Ona teslim olmak, Ona erimek, Ona dönmek, O olmak, Bir olmak.
Şükürler olsun.


Teotehoaca Sun Pyramid
Güneş Piramidi
Güneş Piramidinin tepesinde

 Aztek şamanları halka arındırma seremonisi sunuyor (Yağmur Tanrısı gününde)

Bu şükran hisleriyle geçen takip eden günlerde, her gün şefkatli, sevgi dolu, yardımsever kimselerle karşılaştık. Yolumuza ışık tuttular.

Pasaport tam 7 günde teslim edildi. Uçağa binip Amerika sınırına 3 saat mesafedeki Hermosillo çöl kasabasına geldik. Çünkü burada ufak bir Amerika konsolosluğu vardı. Kasaba 43 derece sıcak. Ne yiyeceği yiyecek, ne içeceği içecek. Hiç bir şey eğlenceli ve lezzetli değil şükürler olsun. Hiçliğin ortasındaki, tozlu sıcak kasabada, okumakta olduğunuz (hala sıkılmadıysanız) blog yazısını rahat deri koltuğuna saatlerce gömülüp, soya sütlü buzlu kahvemi yudumlarken yazabildiğim, üfül üfül esen bu kahve mekanını bulduk. Bize gizli cennet oldu.

Amerikan vizesine acil durum statüsüyle başvurdum. Aciliyet : 16 gün sonra Seattle'dan Japonya'ya uçuşumuz olması.

300 kişilik vize bekleyen güruhun arasından beni çekip aldılar içeri ve 10 dakika sonra 10 yıllık vizem vardı elimde. Vizeyi veren adam: " Ben Türkleri ve Türkiye'yi çok seviyorum", dedi. Türkiyede kalmış ve çok Türk arkadaşı olmuş.
Vize başvurusu için 16 şehirden gidip de bu küçük kasabayı seçmiş olmamız da ilahi bir anlam kazanmıştı. Meksika'da kaldığımız süre boyunca her şey yavaşlamış ve bizi yavaşlatmıştı. Şimdiyse hızlı bir girdaba girmiştik sanki. Amerika son hızıyla bizi çağırıyor ve çekiyordu.

Nogales sınır kapısına doğru yola çıktık. Otobüste yanımda oturan her yeri dövme kaplı, 1 kolu benim 2 kolum 2 bacağım kadar geniş ve kaslı, iri bir adamla yan yana oturduk. Otobüsteki son iki koltuğu kapmıştık. Yuuka ve Maya başka koltuktaydı.

Bu büyük adamla aynı çift koltuğu paylaşabilmek için bedenimi iyice küçültmüş, koltuğun dışına doğru kaymıştım. 2 saat hiç bir şey konuşmadık. Son 40 dakika nasılsa bir muhabbet başladı.
Benim adım "Angel" dedi. (Melek)

Nogales sınır kasabasının tehlikeli bir yer olduğunu, her türlü uyuşturucu mafyasının ve hırsızın bulunduğunu söyledi. Sınır kasabasına gece 10'da varacak olmamızsa ayrı bir tehlikeydi.
Benimle gelin dedi.
Angel'ın gerçekten saf ve sevgi dolu bir kalbi vardı. O konuştukça bunu sesinden anlıyordum.
Kasabaya vardığımızda onu takip ettik.

Bizi döviz bürosuna götürüp kalan pesolarımızı dolara çevirmemize yardımcı oldu.
Hızlı adımlarla karanlık sokakta yürürken 5 dakika içinde 2 farklı yönden 2 kişi yaklaşıp bizimle konuşmaya çalıştı. Gerçekten tehlikeli gözüküyorlardı. Angel onlara: onlar turist değil, benimleler, dedi.

Sonunda Amerikan sınırına ve polisine vardık. ANGEL'a sarıldık. Onun koca bedeninin önünde küçücük kalıyor ve zorla sırtına dokunabiliyorduk.

Ağlamak istedim yine. Şükrettim, varlığına, ruhuna, Yaradana, İlahi Plana,

Bizim ve onun sınırdan geçiş prosedürlerimiz farklıydı. Birbirimize veda ettik.

Gece 11 buçuk gibi Amerika'ya girmiştik ve Japonya uçuşumuza 13 gün kalmıştı.
Araba kiralayacak, Güneyden kuzeye Amerikayı araba sürerek, çadırda uyuyarak geçecektik.


-----

(Bu blog yazısının yüzde 90'ını Meksika'da bitirmiş, yolculuğun geri kalanındaki hızlı akış nedeniyle bir türlü tamamlayıp yayınlayamamıştım. Şimdi Japonya'da evimizden tamamlama şansını buldum.. yolculuğumuzun son bölümü olan Amerrika'yı da çok yakında yazıp paylaşacağım. Mucizeye yolculuğun bu ayağı sona erdi. Amerika yazısını da tamamladıktan sonra yazmaya bir süre ara vereceğim. Peru'-Kutsal Vadi'ye taşınacakmışız gibi gözüküyor... kalbimizde bu istek var.)

(Bu fırsatta bir de duyuru yapmak istiyorum. Ocak ayında Türkiye'de olacağım (tek başıma). İstanbul, İzmir, Antalya ve Ankara'da soul gathering ses ile şifa çemberi ve 2 günlük kanallık ve şifa aktarımı kursu sunacağım.
Türkiye programımı bir fb etkinliği olarak paylaştım. Ulaşmak için aşağıdaki Linke tıklamanız yeterli):

https://www.facebook.com/events/348057162321764/?ti=cl

Aşkla, bütünün en yüksek hayrına.

-----------
(Tarihleri buradan da paylaşıyorum ancak çalışmaların detaylarını öğrenmek için etkinlik sayfasına gitmeniz gerekecek.)

Ben Gökhan Strong Wings Atış

Varlığımı, sınırlarını yıkana dek zorlayan, aynı zamanda sonsuz birlik ve mutluluk hissi veren, ruhumun çizdiği en yüksek amaçlı yolda yürümekteyim.
Sizlere bu içsel ve aynı zamanda dünyasal yolculuğumun açtığı bilgi ve şifa yolunu sunmak için geliyorum.

Yol hep burada, farkındalığımızın ucunda.

Ben yolu işaret eden bir görevli...
Bilgi ve Şifa yolunun görevlisi...

1 - 31 Ocak 2018 tarihleri arasında İstanbul, İzmir, Antalya, Ankara ve yine en son İstanbul'da olacağım.

Soul Gathering Ses ile şifa çemberi (gurup seans) ve
2 günlük Kanallık ve şifa aktarımı kursu-atölyesi sunacağım.

*Fiyat ve ulaşım bilgileri için lütfen ilgili mekanla iletişime geçin.

Tarihler ve yapacağım çalışmalar hakkında daha detaylı bilgiyi aşağıda bulabilirsiniz:



-----
* Kadıköy- Ebru Demirhan Yaşam Tasarım Merkezi 

4-5 Ocak 2018, 2 günlük kanallık ve şifa aktarımı kursu.

Rezervasyon:  Telefon: +90 216 418 02 55     GSM: +90 532 480 02 28
E-posta: ebru@ebrudemirhan.com



-----
* Nişantaşı - Radia Gelişim

6 - 7 Ocak 2018,  2 günlük kanallık ve şifa aktarımı kursu.
8 Ocak 19:00, Soul Gathering ses ile şifa çemberi
31 Ocak (Ses şifası uygulayıcısı Pınar Akça ile ortak çalışmamız.)

Rervasyon: info@radiagelisim.com Telefon: 0212 296 00 08



-----
*İzmir - Birartıİki kişisel gelişim atölyesi

12 Ocak 2018, Soul Gathering ses ile şifa çemberi (Ses şifacısı Züleyha Abdullayeva ile ortak çalışmamız)
13 - 14 Ocak 2018,    2 günlük kanallık ve şifa aktarımı kursu.

Rezervasyon : bilgi@birartiiki.com Telefon: 530 0113344.



-----
*Antalya - Cevher Akademi

20-21 Ocak 2018, 2 günlük kanallık ve şifa aktarımı kursu
22 Ocak, Soul Gatherings ses ile şifa çemberi (Yer henüz belirlenmedi. Rezervasyonlar gelmeye başladığında yer belirlenecek)

Rezervasyon:
0542 475 32 15

0507 690 49 84 (Özcan Akgöz)
cevherakademi@gmail.com
merhaba@cevherakademi.com


-----
* Antalya, Uçgun Tunç Organizasyonu

23 - 24 Ocak 2018, 2 günlük kanallık ve şifa aktarımı kursu

Rezervasyon: ucgnt@hotmail.com, 0530 147 81 19



-----
* Ankara, Kahuna İçsel Dönüşüm

26 Ocak 19:00, Soul Gathering Ses ile şifa çemberi
27 - 28 Ocak 2018,    2 günlük kanallık ve şifa aktarımı kursu.

Rezervasyon:
Telefon:0533-762 0953 - 0312-2130790
info@kahuna.com