Wednesday 25 July 2018

46. Yas? Acının kaynağı? Acıma? Onurlandırma? Hizmet?


Yas kabullenemeyişi yaşama dönemidir.



Kaybedilen bir şey yoktur. Giden gitmiştir. Biz dünyaya yapayalnız ve çırılçıplak geldik. Öyle de gideceğiz. Gidenin ardından doğan acı, o gidenle kurduğumuz bağların bildiğimiz hallerinden kopmasına duyduğumuz tepkidir. O artık bilinmeze doğru yol almıştır. Ve biz de kendimizi bilinenlerin dünyasında farzetmekteyiz. Giden, vakti geldiği için bütün kıyafetlerini ve enerjetik bağları bıraktı da gitti. O enerjetik bağların bir ucu bizdeydi. İpler boşaldı. Bağlar anlamsızlaştı. Uzun zamandır olumlu-olumsuz beslediğimiz ve beslendiğimiz kanallar işlevsizleşti. Boşluk duyduk. Boşluğa düştük.

Çünkü o bağlardan gelen enerjiler bizim kimliğimizin bir parçası haline gelmişti. Babasının kızı olmuştuk, ya da çocuğunun babası, ya da annesinin kuzusu, ya da dostunun yoldaşı. Şimdi onlar gittiyse ben kimim? Yaşadığımız sarsıntı onların gidişinden ziyade, onların biz, bizim de onlar olmadığımızın açığa çıkmasından.

O gittiyse ben artık kimim? Insan sayılı anlar dışında bilinçli değil. Bu bilinçsizlik içinde kendimizi inandırıyoruz duyduğumuz acının onların ayrılışından olduğuna. Oysa hakikat her zamanki gibi görünenden farklı.

O gittiyse ben artık kimim? Babasının kızı olamayacak mıyım artık? Dostunun yoldaşı? Annesinin kuzusu?

Ben kimim onsuz?...

Bu bilinçsizlik içinde sanki içimizde birşey ölmüş gibi hissediyoruz o gidenlerin ardından. Tabii ölüyor. Ama ölen O gidenler değil. Kimliğimizin bir parçası.

Sonsuz değişim yolculuğunda her zaman hizmetini dolduran bir parçamız ölürken daha yüksek bilincimiz varlığımıza doğuyor. Sonsuz bir ölüm-doğum deneyimi içindeyiz. Tutunduğumuz parçalarımız ölmeye çalışırken onların gitmelerine izin vermiyoruz. Onlar yine de parmaklarımızın arasından kayıp gidiyor. Kendi yokoluşumuza acıyoruz. Çünkü sonsuz varoluşumuzu göremiyoruz.

Kendi arkamızdan ya da gidenlerin ardından yas tutmamız tabii çok sağlıklı. O, kabullenemeyişimizin farkına varma ve bırakma için kendimize tanıdığımız bir zaman çerçevesi. O çerçevede yanarız, donarız, korkarız, öfkeleniriz, kederleniriz. Bağları bırakmamıza engel olan bütün bilinçsiz duygularımızı yaşarız.

Çok yüksek bilinçli bir varlık olsak bu duyguları ilk doğdukları an içimizde duyar ve o an bırakır, gideni şükran, sevgi ve mutlulukla uğurlarız. Bize verdikleri deneyimler ne kadar tatlı ya da acı olsa da, biz bu deneyimlerle-anılarla kendimizi kimliklendirmediysek, ya da bu kimliklendirmelerin farkına varıp vaktinde çıktıysak, ayrılık yalnızca bir an sürer. Çok yüksek bilinçte bir varlıksak zaten ayrılanın Yaradanın birliğinden ayrılamayacağını, dolayısıyla ayrılmış olmadığını bilecektir. Artık giden varlık başka bir enerji frekansında titreşecektir. Dolayısıyla izlediğimiz televizyon kanalı aynı olmayacaktır..

Aynı filmde değiliz artık. Hepsi bu kadar.

Yaşadığımızı varsaydığımız bu boyuta gözlerimizi kapattığımızda, kalp dolusu bir seslenişle ayrılan sevdiceğimize seslendiğimizde, yine aynı kanalı birlikte izler oluruz. Dahası aynı kanalın -aynı filmin içinde oluruz. Cennetin gül bahçelerinde, ya da bir dağın zirvesinde, bir göl ortasındaki adada ya da bulutların üstünde bir kulede buluşuruz.

Birbirimize sorarız. EEE nasılsın? Yeni rüyan nasıl?

O cevaplar: Bildiğin gibi işte, sonsuz yaratıma devam…

 O da sorar: Ben çıkınca dünya filmin nasıl devam etti-ediyor? Yeni bişeyler öğrendin mi? Yani, izledim -biliyorum ama senden duymak istiyorum.

Bir yangın çıkmış; insanlar, hayvanlar, ağaçlar ölmüş, yaralanmış. Bu acıyı duymak gerek. Çünkü biriz. Fiziksel görünüşteki ayrılık ilüzyonunun ötesinde enerji aleminde bir bütünüz ve hepimiz Yaradanın çocuklarıyız.

Fiziksel dünyadan baktığımızda onların ayrıldığı , artık aramızda olmadığı ilüzyonuna düşüyoruz. Oysa onlar evrim yollarında hizmetini doldurmuş son bedenlerini bıraktılar ve yeni bir deneyime doğru kanal değiştirdiler. Yine de aynı sonsuz enerji havuzunun içinde birlikteyiz.

Fiziksel alemde gördüğümüz her olay, her oluş, ruhları uykularından uyanmaya teşvik eden içsel yansımalardır. Farkında olmadığımız, zaten varolan ve içimizde saklanan bireysel ve toplumsal duyguları, düşünceleri, inançları, inançsızlıkları yansıtırlar.

Seçtikleri son, acı dolu bir sondu. İnsanlığın kaybetmekte olduğu değerleri ve bunun acısını yansıttılar. Aynı zamanda da hepimizin bir ve kardeş olduğumuzun hatırlatıcı yansıması oldular.
Bu alemde bazı toplulukların uyanışı, iyiliğe-güzelliğe-ışığa doğru değişimleri acı yansımaların sonucu ivme kazanmıştır.

Onların ayrılırken duydukları bilinçli-bilinçsiz fiziksel ve duygusal acıyı duymamız ve onları anlamamız açık kalbimizin ve sevgimizin doğal bir gereğidir. Bunu herkes yapamaz. İnsan, kalbi kapalıyken ve kendi acısının bile farkında değilken başkalarının acısını dinleyemez, anlayamaz.
Onlar yalnızca dar bir bakış açısıyla fiziksel ayrılışları görür ve acırlar. Yazık yazık, gittiler diye hayıflanırlar. Kalplerinden sanki bir şey kopmuş gibi his duyarlar. Kendilerine de acırlar böyle bir dünyada yaşadıkları ve böyle olayları gördükleir için. Gidenler de mağdurdur, kalıp şahit olanlar da mağdurdur, onların titreşiminde.

Bazılarıysa onların acısını tüm yürekleriyle duyacaktır. Aynı zamanda onların seçimi olan bu ayrılış senaryosuna saygı duyacaktır. Onların kader yoluna saygı duyacaktır. Sonsuzluk boyu sürecek yolculuklarında yollarına daha fazla bilinç ışığı dileyecektir.
Acıyı onlarla birlikte duyumsayıp, bırakacaktır.

Samimi olacak olursak, dünya üzerinde vukuu bulan bütün acı olayların yasını tutacak olursak aydınlığa hiç bir zaman çıkamayız.

Çünkü uzakta değil, hemen köşe başında bir amca aç ve yalnız olarak sokakta öldü.

Ona acımadan, sevgiyle üstünü örtebilir, gözlerini kapatabilir, yanı başında dua edebilir misiniz?

Bir arabanın çarpıp öldürdüğü hayvanı kucaklayıp, ona mezar yapabilir misiniz?

Yoksa yanlarından geçerken acır, gider ve bir süre için yasın parçası olan suçluluk ve çaresizlik duygularına mı girersiniz?

Bir akrabanızın ya da dostunuzun çocuğu öldü...

Komşu bir ülkede gözümüzün önünde senelerce savaş sürdü ve binlerce insan öldü. 

Bu gün Afrika’da açlıktan ve susuzluktan onlarca insan öldü. 

Her gün bir hayvanın türü yokoluyor.

Sürekli bir ölüm ve ayrılış var. Sürekli bir doğum ve yenileniş de var. Sürekli bir akış var. Denge var.

Ayrılanların ruhunu şifalandıracak, kalanları derin uykularından uyandıracak, dünyayı zehirlerden arındıracak, bütüne hizmet olacak şey kendiniz olmaktır.

O yangını söndüremediğiniz ve söndüremeyeceğiniz için, o canları kurtaramadığınız ve kurtaramayacağınız için kederlenmek ve çaresizlik duymak, gerçek gücünüzü kilim altına atıp alışageldiğiniz gibi mağdur olmaktır.

Afrikadaki açları doyuramayacağınız için  bir ömür boyu yas tutmayı seçebilirsiniz.

Sokak köşesinde ölen ihtiyar için, yol ortasındaki köpek için, savaşları durduramadığınız için ömür boyu öfkelenebilirsiniz; her şey için sonsuz bir yas yaşayabilirsiniz. Özgürsünüz.

Diyoruz ki yas uyanabilmek için kendinize tanıdığınız bir dibe vuruş şansıdır.

Dibe vurduysanız artık yukarı çıkma vaktiniz geldiğini de göreceksiniz. Ve Yukarı doğru bakıyorsanız size uzanan ellerimizi görür, tutarsınız.

Dünya’ya yapabileceğiniz en büyük hizmet düştüğünüz delikten kendinize çıkmanızdır. Kendiniz olmanızdır. Kendinize has yetenekleriniz ve güçlerinizi kullanmanızdır.

Bütün varlıkların bir olduğu bu sonsuz enerji havuzunda kendine yükselen her varlık, bir ışık partlaması yaratıyor; uyumakta olan varlıkların gözlerini kamaştırıyor. Karanlıkta yolunu arayanlara referans oluyor.

Küçük dünyanızda yeteneklerinizi küçük görmektesiniz. Yeteneğim yalnızca çiçek dikmek, yalnızca yemek yapmak, yalnızca şarkı söylemek diyorsunuz. Açları doyuran bir zengin olmadığınız için, yangınları söndürebilen bir kahraman olmadığınız için ve olamadığınız diğer şeyler için eksiklik duyuyorsunuz. Her küçük zerrecik makro kosmosa açılan kapıdır oysa. Küçük gördüğünüz bir siz, küçük gördüğünüz bir yeteneğiniz ya da gücünüz, evrenin sonsuzluğu kadar büyüktür.

Mikroskopla hücreye, hücrenin parçacıklarına, parçacıkların parçacıklarına, parçacıkların parçacıklarına, parçacıkların parçacıklarına… doğru indikçe evrenin sonsuzluğuna çıktığınızı görürsünüz.

Annenize, babanıza, kardeşinize, tanıdık ve tanımadıklara, ülkenize ve dünyaya, gidenlere ve kalanlara, tüm insanlığa ve tüm varlıklara yapabileceğiniz tek hizmet vardır. Kendiniz olmak.

Kendiniz olarak, ayrılanların ayrılırken duyduğu acıyı duyumsuyorsanız, bu kutsal bir deneyimdir. Bu bir yas değildir. Bu an’ın paylaşımı ve onurlandırılmasıdır.  Kendiniz olarak şu andaki koşullarınız fiziksel yardımda bulunmanıza izin veriyorsa, öyle olsun; bir an dahi kaybetmeyin. Çantanızı toplayın gidin, bizzat yaralıları sarın, ya da para yardımında bulunun. Bunu acıma duygusundan değil, kendiniz olmanın bilincinden, onurlu ve kutsal bir davranış olarak yapın.

Ya da çantanızı toplayın, Afrika'da bir insani yardım topluluğuna bir ay katılın, gönüllü hizmet edin. Bunu acıma hissinizden değil, kutsal siz olmanın bilincinden yapın.

Çocuğu vefat eden tanıdığınıza gerçek bir hissediş, tam bir empati haliyle, acımadan, sarılın. Bunu kendiniz olmanın bilincinden, koşulsuz sevgi ve anlayışla yapın.

Kendinize ve ayrılanlara karşı acıma halindeyseniz  bir durun!!! Onların gücünü ve kendi gücünüzü görememektesiniz.

Kendim olarak, bu anın bilincinde olarak, Yunanistan’daki yangın felaketi ile dünya bedenlerinden ayrılan ruhları selamlıyorum. Işık yollarına gitmelerine engel olan bilinçsiz acıları var ise onlarla birlikte dinliyorum…

Acımayın. Dinleyin. Olduğu gibi. Belki panik, belki fiziksel acı, ateş... Kutsal kendiniz oluşunuzun bilincinde, kaybolmadan, ama tamamen onlar gibi dinleyin... Dinleyin ve bırakın.


Ruhları ışıklar içinde yol alsın.

Thursday 19 July 2018

45. DEĞİŞİM - Konfor Alanı - YOL AYRIMLARI - Doyar mı insan hiç Aşk'a?



   
Konu, değişimi kabul etmek, değişebilmek, konfor alanının dışına çıkmak, en yüksek kader yoluna teslim olmak. 
   Bütünün en yüksek hayrına ulaşması gereken kişilere ulaşıp gözlerinden kalplerine, kalplerinden ruhlarına ulaşsın ve de tam tersi; ruhlarından kalplerine, kalplerinden dünyalarına…



İlahi Plan gereği, sürekli hareket halinde olan galaksimizin gezegenleri, yıldızları, Ay’ımız ve Güneş’imiz aralarındaki iletişim açılarını değiştirip ortalarındaki minik gezegen Dünya’ya ve üstünde yaşayan bizlere, yeni bakış açıları kazandıracak, sınayıcı enerjiler gönderiyorlar. Çok şükür bu sınavlarla sınırlarımızın ötesine zorlanıyor, konfor alanımızdan dışarıya çıkıyoruz; ya da zorlandığımızla kalıyor, çıkmıyoruz. Bu özgür irademiz ile seçimimizdir.

Konfor alanı öğrenegeldiğimiz, yaratadurduğumuz, alışageldiğimiz, aklımızla sınırlarını kabul ettiğimiz hayat tarzımızdır. O alanda değerimizi bilmeyen, canımızı acıtan ya da pohpohlayan insanlarla çevrilmiş, ruhumuzu boğan bir işle meşgul, kalbimize yabancı bir eş ile zincirlenmiş olabiliriz. Böylesine rahatsız bir hayata neden konfor alanı dendiğini merak edelim mi?

“Değerimi bilmese ve canımı acıtsa da o çevremi sarmış insanlar, yalnızlıktan daha iyidir. Olsun; hem onlarla çevriliyken emniyetteyim.”

“Ruhumu boğan bir işle meşgulüm. Olsun; işi olmayanlara bak… Evine iki lokma yemek götüremeyenlere bak. Hatta evsizlere bak. İyi-kötü bir kazancım var. Emniyetteyim. İş yerindeki masam kalöriferin yanında. Bazen çok terliyorum ve pencere açılmıyor. Patronum hep azarlıyor. Olsun; razıyım. Katlanırım. Daha rahat bir hayat kime mümkün olmuş ki…Yalnızca şanslı doğanlara… Hayat dediğin katlanmak değil mi… Zaman geçiriyoruz işte. İdare edelim yeter…”

“Eşim ve ailem beni anlamıyor, kendimi gerçekleştirmeme engel oluyor. Olsun; ya bir eşim olmasaydı. Bak evde kalanlara; nasıl yalnızlar. Bak anası babası göçüp gitmiş yetimlere. Allah eşimi ve ailemi başımdan eksik etmesin. Ben razıyım susmaya, onların istediği gibi olmaya. Bir de çocuğum olsun hele. O kurtarır beni bu yalnızlık hissinden… Çok şükür eşimin iyi bir işi ve kazancı var... Bazen de gülümsese bana ve elimi tutsa, bundan iyisi hayal olur. Aşk dediğin zaten yalan…”

Ya da,  “iş kıyafetimi hazır etsin, akşam eve geldiğimde bir tabak yemek koysun, biraz kur yapabilsin, çocuğumu büyütsün, yeter.”

 “Değişmek zordur, değişmek çok efor ister, değişmek tanıyanlarımı şaşırtır, deli derler, değişmek mümkün değil, böyle geldi böyle gider…”

Örnekler çok çeşitlendirilebilir. Gerçekten çok lüks bir ev ve araba, aldatsa da yakışıklı ve yüksek mertebede bir eş, ruhunu sıksa da bir yerin patronluğu vs.

İnsanın öğretmenlerinden, yöneticilerinden, büyüklerinden, ebeveynlerinden, çevresindekilerden, televizyonlardan, geçmiş hikayelerden defalarca kez duyup kendi aklının içinde de defalarca kez tekrarladığı bu kalıp anonim düşünceler aynı zamanda hayatının görünmez hapishanesi olur. O hapishaneye katlanabilmek için tatlı, ılık bir uyku hali geliştirir. Vurdumduymazlık uykusudur o.

Konfor alanı gri-siyah ile cart kırmızı-sarı-yeşil arasında değişebilir.

Konfor alanı, bilinçsizce emniyette olma ve ya nefsi besleme adına insanın kendini katlanmaya zorladığı, tarzı, genişliği, derinliği, rengi, sesi olan hayat (ruhani uyku) şeklidir. Kiminin ki diğerine göre daha geniş ya da derin ya da renkli, ya da sesli gözükse de içinde duyulan bunalım hissi aynıdır.

İnsan, inanç ve duygu ağırlıklarıyla kendini bu konfor alanında kalmaya zorladıkça, Ruh öz rengini dünyaya yansıtmakta sınırlanır. Gelmekte olan yüksek bir enerji vardır ama, zihin ve duygu bedeni o enerjinin topraklanmasına, fiziksel hayata yansımasına engel olur. Örnekler düşünelim bu bunalımın neye benzediğini anımsayabilmek için. Müzik yapma arzusuyla yanan bir insanın müzik entrümanı çalacak elleri olmadığını hayal edelim. Ya da doğurganlık gücü olan bir kadının rahimsiz olduğunu hayal edelim. Nasıl bir bunalımdır… Aslında bu kadar hayal etmeye gerek yok. Dönüp bir bakalım hayatımıza. Belki bir süre öncesine kadar o konfor alanında kalmaya kendimizi zorlarken duyuyorduk bu bunalımı. Belki de şu anda hala o sahte konfor bunalımının içindeyiz.

Belki ruhunuz sizi bahçıvanlığa yönlendirecek sinyaller gönderirken, siz kendinizi bankacılıkta kalmaya zorladınız/zorluyorsunuz.

Yazının bundan sonraki satırları, günümüz dünyasında yaşanmakta olan bu yol ayrımını yansıtacak şekilde üç tür insana hitap edecektir. Ya konfor alanından çıktınız, ya çıkmak arzusundasınız ya da çıkmamakta direnmektesiniz. Bu üç durumun da kendine has sınavları var.

Karnımızda kelebekler uçuran, kalbimize şarkı söyleten arzular, ruhun insan varlığıyla iletişim dilidir. O dili duyup akışına teslim olanlar ruhla bir olduklarını, hiç ayrılmadıklarını duyumsar ve kutsallıklarına uyanır, öyle de yaşarlar.

O dili duymazdan gelip, aksi yöne gitmeye kendini zorlayanlar ise ruhlarından koptukları yanılgısına düşerler.  Bu ayrılık hissi asla hiç bir fiziksel konforla ya da bağımlılıkla doldurulamaz. Hep eksik hissedersiniz ve o eksikliğin bunalımını duyarsınız. Konfor alanınızda biraz daha başarılı olmaya çalışırsınız belki, biraz daha güzel olmaya, biraz daha zayıflamaya, biraz daha kilo almaya, biraz daha popüler olmaya, biraz daha kabul edilir olmaya vs. Ne yaparsanız yapın o eksiklik hissi tatmin olmaz. Dahası eksikliğin ne olduğunu da bir türlü anlayamazsınız.  Kusmak ister kusamazsınız, yanmak ister yanamazsınız, ölmek ister ölemezsiniz. Başınızın dikine, akışın aksine yürümeye devam edersiniz. Suyun altında sonsuz bir boğulma hissi gibidir bu. Antidepresan verirler; bir süre duygusuzlaşınca herşey yolunda sanırsınız. Sonra antidepresan işe yaramaz olur; dozu arttırır ve duygusuzluk alanına geri döner, bir süre daha idare edersiniz. Olmaz, yetmez. Dozu ne kadar arttırırsanız arttırın içinizdeki boşluğu dolduramazsınız. Duygularınız ayrılık ilüzyonunun farkına varmanız için araçtır. Duygusuzlaştıkça ruhunuzdan daha ayrı, daha uzak düştüğünüz ilüzyonuna kapılırsınız. O boşluk daha doldurulmaz hale gelir. Sonunda sizi sarsacak deneyimler doğar hayatınıza; sarsılıp kendinize gelesiniz diye… Bir organınınızı kaybedersiniz belki. Ölümün kenarına kadar gelir, diğer tarafa bir göz atma şansı bulursunuz belki. İflas eder köprü altında yaşarsınız belki. Neler neler.. ne sarsıcı hikayeler… Size bastırdığınız duyguları ortaya çıkartacak, bu sayede özünüzden (Tanrı’dan) ayrılık ilizyonunda olduğunuzu farkettirecek deneyimler…

Bazı insanlar anılarını, uyuşturucuları, alkolü, seksi hatta ruhaniyeti araç olarak kullanabilir duygularını görmezden gelebilmek için. 

Bahaneler üretir insan değişmemek için. Ama çocuğum var, ama ülke koşulları şöyle-böyle, ama ödenecek faturalarım var, ama ailem ne der, ama ama ama…
Çevrelerindeki insanların kendisini tanımladığı bir tarzı olan insan, o tarzın dışına çıkmaktan korkar. Ya ne derler, ya ne düşünürler, ya ya ya… Bahane her zaman bulunabilir.

İnsanın konfor alanında kalmasına neden (yardımcı) olan düşünce formları vardır. Para böyle kazanılır, iyi bir anne ya da baba böyle olunur, kabul edilir bir toplum ferdi şöyledir, böyle emniyette olunur, Tanrı böyle insanı sever, şöyle insanı sevmez vs. Bu öğrenilmiş bilgiyi korurken çıkar bahaneler.

İnsan inançlarının neler olduğunu iyice irdelemeli, analiz etmelidir. Neye inanıyorum? Bu inanç benim inancım mı? Bu inanç benim kendi hapishanem mi?  İnsan, ‘inancım hapishanem olmuş’, cevabına vardığında bir çözülme başlar. O ana kadar belki koşullarının, işinin, ailesinin, dininin, toplumun, eşinin, kendisini tuttuğunu sanan insan aslında inançlarının tututculuğunda olduğunu anlamaya başlar. Güçsüz olduğu inancı yıkılırken, gerçek gücünü anlamaya başlar.

Ben ruhum, ruh ben; Ben Tanrı’yım, Tanrı Ben; Ben Benim.

Böylece ruhtan ayrı düştüğü yanılgısından doğan boşluk hissi, hakikatle dolmaya başar. Ruhtan gelen, o kalbi şakıtan enerjiyi sonunda yakalar, anlar, içer ve korkularına rağmen gözleri kapalı içine dalar. Olan, kendini karanlık bir deliğin içine bırakmak gibidir. Çünkü içine daldığın akışın seni nereye götüreceğini bilemezsin. O seni bir anda senelerce çalıştığın gemilerden çıkartıp, Japon bir ruh eşiyle evlendirip, baba yapıp, öz değerlerine uyandırabilir; oradan da Peru’da yeni bir yaşama uçurabilir. Belki  seneler sonra seni oradan alır Güney Afrika’ya götürür ve Galaktik varlıkların Dünya’ya ilk inişine tanık eder. Dünya’da başladığın insan hayatın bakarsın bir uzay gemisinde devam eder. Tamam bu kadar fantastik gelişmeyebilir herkes için ama demek istediğim şu: Bunu kim bilebilir?  Bilmek ruhun işidir. Deneyimlemek ise ruhun dünyadaki uzantısının – insanın işidir.

İnsan, ruhu kalbinde duyar, duyduğuna inanır ve inandığını yaşar. Ya da zihnini başkalarının inançlarıyla doldurur, onlara inanır ve onların dayattıklarını yaşar.

Konfor alanından çıkışınla içine daldığın o kara delikteki sonsuz düşüş ve kayboluş hissi, uyanmaya karşı bunca zaman beslemiş olduğun korku, endişe ve panik duygularınla bir yüzleşmedir aslında.  Direnip geri dönmeye çalışabilir ve belki bunu başarabilirsin de. Kendini Yaradan’ın sonsuz gücüne ve sonsuz çekimine teslim etmeyi başarabilirsen birsüre sonra karanlıktaki düşüş hissi değişir, sanki rengarenk gökkuşaklarının içinde uçmaktaymışsın gibi olur. Bir an sonra nerede olacağını ve ne yapacağını bilemesen de emniyette olduğunu duyumsarsın. Yaradan’a güvenin ve teslimiyetin artık gelişmiştir. Beklentilerin buhar olumuştur adeta. Yaptığın her şeyi beklentisiz bir neşeyle ve aşkla yapar olursun. Ve sezersin ki her ne yapıyorsan bütüne hizmettir, bütüne faydadır. Artık kendi emniyetini bencilce sağlamaya çalıştığın bireysellik kutusundan, evrenin sonsuzluğuna doğru çıkmış, bütüne hizmette, güçlü ve güvende bir ruh-insansındır.

Bütün yolculukların sonu eninde sonunda budur.

Aslında kutuda kalmaya direnmek, akışa teslim olup sonsuzluğuna açılmaktan daha zor gözükmüyor mu? Senin doğan zaten sonsuzluk değil mi ey Tanrı’dan gelen, Tanrı’dan olan…

Bu gün bütün insanlığı konfor alınından çıkmaya teşvik eden evrensel enerjiler bolluk ile geliyor, üstümüze yağıyor. Bu böyle olunca kutusundan çıkmamayı seçenler her zamankinden daha fazla acı çekiyor. Her zaman kullandıkları ilaçlar-maddeler-ilişkiler, geçmişe ait acı-tatlı anılar, artık onları idare edemiyor. Katlandıkları iş, eş, durumlar, inançlar, tuttuklar çelik teller gibi ellerini kanatıyor. Onlar aynı kalmaya çalışırken evrensel bir kanuna karşı direniyorlar. O evrensel kanun, her şeyin değişme zorunluluğudur.

Dünya değişirken, belki en sevdikleri bir tanıdıkları da değişip-dönüşüp ışıl ışıl ışıyor. Onların ışığına da inanmıyor, yalansın diyorlar. Sonra o dönüşen sevdiklerine kırılıyor, kızıyorlar.

Hiçbirşey sonsuza dek aynı kalamaz. Sonsuzluk kadar uzun olan ruh yolculuğu içinde zamanımız var gibidir. Bu hayatında şimdi dönüşmeyenler gelecek bir hayatta, er ya da geç uyanacak ve dönüşmeye başlayacaktır. Onun için, hiç acele yok. Acıya katlanabildikleri ölçüde değişim ve dönüşüme direnmeye devam edebilirler. Bu onların seçimi olacaktır. Biz kutusunun dışına çıkmış-çıkmakta olanlar, onları tüm kalbimizle seviyorsak, seçimlerine saygı duyarız. Özgür İrade başka bir evrensel kanundur. Onların ruhani yolculuğunu ve bu hayattaki seçimlerini saygı duyarak onurlandırırız. Onların acısını kalbimizde duyar ve daha fazla aşka dönüştürürüz. Bu da aydınlığa yönelen ruhların evrensel görevi ve sınavıdır. Bu boyutun ötesinden dünyayı ve insanlığı izleyip uyandırıcı etkiler gönderen yüksek ruhları, melekleri, üstadları düşünün. Onlar insanlığın yaşadığı bunalım, acı ve karanlığı görmezden geliyor mu dersiniz? Onlar (duyumun)empatinin üstadlarıdır. Sonsuz merhametleriyle acımızı bizlerle birlikte dinler ve kendi paylarına düşen kadarını daha fazla aşka dönüştürürler. Acımızla yanar, uyanışımızla evrensel orgazma girerler. Mayalanmaya ve genleşmeye her halukarda devam ederler. Biz bu üstadlık yolunda çok erken bir sınıftayız. Sevdiklerimizin bizim değişimimizden duydukları acıları görüp duyduğumuzda, kutumuza geri kaçmak istiyoruz. Her seçim, maddi-manevi bağımlılıkları kesip, öz karakterimizi  olduğu gibi açığa çıkarmak için bir araç, bir sınav.

Öz’e doğru akan bu yolda, kendimizden şüphe ettiren, günah mı işliyorum, deli mi oluyorum, herkes yanlış da ben mi doğruyum diye sorgulatan, geri adım atmaya, saklanmaya, kaybolmaya teşvik eden her sınava şükürler olsun.

İnsan, kalbim bundan daha fazla açılamaz dediği andan itibaren, kalp bir dünya büyüklüğünde daha açılıyor. Bir noktadan sonra aklının durduruculuğu, kalbinden akan yolun gücü karşısında duramayacak kadar zayıf kalıyor. Zihin bundan daha fazla arınılamaz, bundan daha fazla değişilemez dediği anda sabun köpüğü gibi patlıyor ve insan Tanrı’nın sonsuzluğuna doğru dünyalar kadar arınıp, değişip, genleşiyor… Artık zihninin üstadı oluyor.  

Değişim gayretsizce,
Değişim sorunsuzca,
Değişim kolaylıkla,
Değişim aşkla,
Değişim doğamdır,
Değişim güven ve teslimiyetle,
Değişim sonsuza dek,
Değişimim Tanrı’ya uyanışım…

Ruh’tan-Öz’den-Tanrı’dan ayrılık yanılgısı erirken içimizdeki eksiklik hissi dolmaya başlar dedik ya… Orada başka bir yanılgıya düşmeyelim. Aşk’a – Yaradan’a asla doyamazsınız. Sonsuzun varabileceğiniz bir son noktası yoktur çünkü. Ancak bu sonsuz yolculuğun içinde insan ve ruh olarak iki ayrı şey olduğunuz yanılgısından çıkmanız, yolculuğunuzu daha anlamlı, daha akışkan, daha orgazmik ve kelimelerle tarifi olmaz mucizevi BİR ŞEY haline getirir. Ve de öyle olsun.

Bütün varlıklar gerçek emniyet hissinin Öz’e teslim olmak ve Öz olmak olduğunu tüm zerreleriyle anlasınlar, Öz’e uyansınlar ve ışısınlar. AHHHH, Şükürler olsun




Belki 2 ay kadar evvel, telefonla bir video kaydetmişim. Bu videoda kendi kader yolumu ve bütün varlıkların kader yolunu onurlandırdığımı ilan ediyorum. İçinde bulunduğum frekans birlik frekansı ve ilanım katılan bütün varlıklar için, hepimizin sesi… Dinleyerek katılmak istiyorsanız, buyurun. Kulaklıkla, meditatif olarak dinlemenizi önemle tavsiye ediyorum. Davul, söz, chanting ve yakındaki köyün sesleri birbirine erimiş.


https://www.youtube.com/watch?v=nFc6V15v33c

---


Yolculuk ve Yaşamımız Nasıl Gidiyor?

44. blog yazımı okuduysanız hatırlayacaksınızdır; Kader yolumuz bizi Peru’nun Kutsal Vadi’sinde Arda ismindeki ileri görüşlü, koca kalpli dostumuzun evine, Vamoss’a getirmişti. Görmüştük ki Arda kendi kendini idame ettirebilen, ekolojik, ruhani, sevgi dolu bir köy yaratma projesi için kendi gibi güzel insanlardan oluşan bir ekiple kolları sıvamış, projeler hazırlıyordu. Biz de kalbimizde katılma isteğini ve heyecanını duyup katılmıştık. Bu projenin gerçekleşebilmesi için maddi desteğe ihtiyaç vardı ve bunun için toplu fonlama sayfası oluşturulmuştu. 


Hedeflenen meblanın hepsinin toplanması halinde projede yer alan her şeyi elbirliğiyle hemen kurmaya başlayacaktık. Meblanın belli bir kısmının toplanması halindeyse belki yalnızca toprağı alıp projenin en önemli parçalarını kurarak başlayacaktık.
Toplu fonlamanın bu gün itibariyle son 22 günü. Her kes ve en önce Arda elinden geleni yaptı ve şimdi hepimiz sessizce olanları izlemekte, hayatımızı yaşamaktayız.

Biz bu arada Vamoss evinden ayrılarak Pisac Kasabası’nda ev kiraladık. Shasta’da, içinde meditasyon yaptığım bir piramit vardı, önceki yazılarımdan birinde bahsettiğim. Piramidi yaptıran o güzel insanın bize verdiği telefonu arayıp Pisac’taki dostuyla tanıştık. Ev sahibimiz oldu. Ismi Angel (Melek), evinin adı Lemuria 😊

 Vamoss aile hayatı çok değerliydi bizim için. Yine de şifa işinde çalışan insanlar olarak, biraz daha geniş özel alana ihtiyaç duymuştuk. Şimdiki evimiz de dağların arasında, doğanın içinde, sıcak ve sevimli.

Maya’yı çok yakınımızdaki Montessori eğitim sistemini benimsemiş bir okula yazdırdık. Bizim gibi dünyanın çeşitli yerlerinden gelip bu kasabaya yerleşmiş insanların çocukları var. Bir de Kaya isminde tam yaşıtı bir Türk arkadaşı var Maya’nın. Kaya ve Maya birlikte oynuyorlar. Kaya Maya’ya İspanyolca-Türkçe çeviriler yaparak yardımcı oluyor. Birbirlerini çok seviyorlar. Maya İspanyolca’yı bizden çok daha hızlı öğreniyor. Her sabah, Maya’yı nehir kenarında 15 dakikalık bir doğa yürüyüşü yaparak okuluna bırakıyoruz. Onun sabah yokluğunda yoga yapıyoruz ya da kasabada bir kafe’de oturup keyif yapıyoruz. 
Kasabanın küçük pazarında koskoca bir avakadoyu 1,5 tl’ye alabiliyoruz. Pazarcıların gözü alıştı bize.

Ben akşam saatlerinde evimizin dinginlik odasına çekilip Türkiye’den bağlantı kurmuş, istekte bulunmuş kişilere ‘Uzaktan Görü Ruhani Rehberlik ve Şifa Seansını’ sunuyorum.
(Bu seansı almayı diliyorsanız bana strongwings121212@gmail.com email adresinden ulaşabilirsiniz)

Sonra hep birlikte Yuuka’nın yeni öğrendiği ve ilk kez denediği yemekleri yiyoruz.

Gece belki bir film izliyoruz. Maya’yla saklambaç oynayıp koşturuyoruz evin her yerinde.

Bir ufak faremiz vardı. Kendisinden barış ve huzurla ayrılmasını diledik. Ayrıldı galiba.

Kalbimize Ekim-Kasım aylarında Türkiye’ye gelmek, sevdiceklerimizi görmek, bireysel seanslar, ses şifa çemberleri, Evrensel kanallık ve şifa kursları sunmak arzusu doğmuştu. Dostlarımıza ulaşıp biz size geliyoruz; bir kere daha bütüne birlikte hizmet edelim, dedik. Çok sevindiler.

Tarihleri ve o dostların mekan-iletişim bilgilerini birkaç güne kadar Facebook üzerinde açacağım bir etkinlik sayfasında duyuracağım.


Bu yazımı Peru'daki hayatımızdan bir kaç fotoğrafla bitiriyorum. 
Aşkla kalın dostlar.

Pisac'ta 2 Japon dostla tanıştık. Bir akşam yemeğinde evimize geldiler. Yuuka onlara karnı yarık yaptı. İlk kez böyle bir yemek gördüklerini söyleyerek, şüpheyle yaklaştılarsa da sonra parmaklarını yaladılar. :)



3 bin küsür metre yükseklerde karlı tepelerin altında sıcak termal havuzlar bulduk. yılan gibi kıvrılan yollarda gidiş -dönüş 3 saat araba yolculuğu zor gelmese her gün gideceğiz. Suların çok güçlü ve şifa dolu.


Maya'nın Okulu


Kutsal Vadi'deki Türk dostlarımız (Vamoss evi değil) Unutulmaz bir kahvaltıydı.




Evimizin çok yakınında antik İnca Şehri var. Onun altına gidip piknik yaptık bir gün.


 Ayda bir kez kurulan Ecoferia isminde bir festival. Bir dahaki ay biz de katılıp şifa seanslarımızı sunmaya anlaştık.