Yas kabullenemeyişi yaşama dönemidir.
Kaybedilen bir şey yoktur. Giden gitmiştir.
Biz dünyaya yapayalnız ve çırılçıplak geldik. Öyle de gideceğiz. Gidenin
ardından doğan acı, o gidenle kurduğumuz bağların bildiğimiz hallerinden
kopmasına duyduğumuz tepkidir. O artık bilinmeze doğru yol almıştır. Ve biz de
kendimizi bilinenlerin dünyasında farzetmekteyiz. Giden, vakti geldiği için
bütün kıyafetlerini ve enerjetik bağları bıraktı da gitti. O enerjetik bağların
bir ucu bizdeydi. İpler boşaldı. Bağlar anlamsızlaştı. Uzun zamandır
olumlu-olumsuz beslediğimiz ve beslendiğimiz kanallar işlevsizleşti. Boşluk
duyduk. Boşluğa düştük.
Çünkü o bağlardan gelen enerjiler bizim
kimliğimizin bir parçası haline gelmişti. Babasının kızı olmuştuk, ya da
çocuğunun babası, ya da annesinin kuzusu, ya da dostunun yoldaşı. Şimdi onlar
gittiyse ben kimim? Yaşadığımız sarsıntı onların gidişinden ziyade, onların
biz, bizim de onlar olmadığımızın açığa çıkmasından.
O gittiyse ben artık kimim? Insan sayılı
anlar dışında bilinçli değil. Bu bilinçsizlik içinde kendimizi inandırıyoruz
duyduğumuz acının onların ayrılışından olduğuna. Oysa hakikat her zamanki gibi
görünenden farklı.
O gittiyse ben artık kimim? Babasının kızı
olamayacak mıyım artık? Dostunun yoldaşı? Annesinin kuzusu?
Ben kimim onsuz?...
Bu bilinçsizlik içinde sanki içimizde
birşey ölmüş gibi hissediyoruz o gidenlerin ardından. Tabii ölüyor. Ama ölen O
gidenler değil. Kimliğimizin bir parçası.
Sonsuz değişim yolculuğunda her zaman
hizmetini dolduran bir parçamız ölürken daha yüksek bilincimiz varlığımıza
doğuyor. Sonsuz bir ölüm-doğum deneyimi içindeyiz. Tutunduğumuz parçalarımız
ölmeye çalışırken onların gitmelerine izin vermiyoruz. Onlar yine de
parmaklarımızın arasından kayıp gidiyor. Kendi yokoluşumuza acıyoruz. Çünkü
sonsuz varoluşumuzu göremiyoruz.
Kendi arkamızdan ya da gidenlerin ardından
yas tutmamız tabii çok sağlıklı. O, kabullenemeyişimizin farkına varma ve
bırakma için kendimize tanıdığımız bir zaman çerçevesi. O çerçevede yanarız,
donarız, korkarız, öfkeleniriz, kederleniriz. Bağları bırakmamıza engel olan
bütün bilinçsiz duygularımızı yaşarız.
Çok yüksek bilinçli bir varlık olsak bu
duyguları ilk doğdukları an içimizde duyar ve o an bırakır, gideni şükran,
sevgi ve mutlulukla uğurlarız. Bize verdikleri deneyimler ne kadar tatlı ya da
acı olsa da, biz bu deneyimlerle-anılarla kendimizi kimliklendirmediysek, ya da
bu kimliklendirmelerin farkına varıp vaktinde çıktıysak, ayrılık yalnızca bir
an sürer. Çok yüksek bilinçte bir varlıksak zaten ayrılanın Yaradanın
birliğinden ayrılamayacağını, dolayısıyla ayrılmış olmadığını bilecektir. Artık
giden varlık başka bir enerji frekansında titreşecektir. Dolayısıyla
izlediğimiz televizyon kanalı aynı olmayacaktır..
Aynı filmde değiliz artık. Hepsi bu kadar.
Yaşadığımızı varsaydığımız bu boyuta
gözlerimizi kapattığımızda, kalp dolusu bir seslenişle ayrılan sevdiceğimize
seslendiğimizde, yine aynı kanalı birlikte izler oluruz. Dahası aynı kanalın
-aynı filmin içinde oluruz. Cennetin gül bahçelerinde, ya da bir dağın
zirvesinde, bir göl ortasındaki adada ya da bulutların üstünde bir kulede
buluşuruz.
Birbirimize sorarız. EEE nasılsın? Yeni
rüyan nasıl?
O cevaplar: Bildiğin gibi işte, sonsuz
yaratıma devam…
O da
sorar: Ben çıkınca dünya filmin nasıl devam etti-ediyor? Yeni bişeyler öğrendin
mi? Yani, izledim -biliyorum ama senden duymak istiyorum.
Bir yangın çıkmış; insanlar, hayvanlar,
ağaçlar ölmüş, yaralanmış. Bu acıyı duymak gerek. Çünkü biriz. Fiziksel
görünüşteki ayrılık ilüzyonunun ötesinde enerji aleminde bir bütünüz ve hepimiz
Yaradanın çocuklarıyız.
Fiziksel dünyadan baktığımızda onların
ayrıldığı , artık aramızda olmadığı ilüzyonuna düşüyoruz. Oysa onlar evrim
yollarında hizmetini doldurmuş son bedenlerini bıraktılar ve yeni bir deneyime
doğru kanal değiştirdiler. Yine de aynı sonsuz enerji havuzunun içinde
birlikteyiz.
Fiziksel alemde gördüğümüz her olay, her
oluş, ruhları uykularından uyanmaya teşvik eden içsel yansımalardır. Farkında
olmadığımız, zaten varolan ve içimizde saklanan bireysel ve toplumsal duyguları,
düşünceleri, inançları, inançsızlıkları yansıtırlar.
Seçtikleri son, acı dolu bir sondu. İnsanlığın
kaybetmekte olduğu değerleri ve bunun acısını yansıttılar. Aynı zamanda da
hepimizin bir ve kardeş olduğumuzun hatırlatıcı yansıması oldular.
Bu alemde bazı toplulukların uyanışı,
iyiliğe-güzelliğe-ışığa doğru değişimleri acı yansımaların sonucu ivme kazanmıştır.
Onların ayrılırken duydukları bilinçli-bilinçsiz
fiziksel ve duygusal acıyı duymamız ve onları anlamamız açık kalbimizin ve
sevgimizin doğal bir gereğidir. Bunu herkes yapamaz. İnsan, kalbi kapalıyken ve kendi
acısının bile farkında değilken başkalarının acısını dinleyemez, anlayamaz.
Onlar yalnızca dar bir bakış açısıyla
fiziksel ayrılışları görür ve acırlar. Yazık yazık, gittiler diye
hayıflanırlar. Kalplerinden sanki bir şey kopmuş gibi his duyarlar. Kendilerine
de acırlar böyle bir dünyada yaşadıkları ve böyle olayları gördükleir için.
Gidenler de mağdurdur, kalıp şahit olanlar da mağdurdur, onların titreşiminde.
Bazılarıysa onların acısını tüm
yürekleriyle duyacaktır. Aynı zamanda onların seçimi olan bu ayrılış
senaryosuna saygı duyacaktır. Onların kader yoluna saygı duyacaktır. Sonsuzluk
boyu sürecek yolculuklarında yollarına daha fazla bilinç ışığı dileyecektir.
Acıyı onlarla birlikte duyumsayıp,
bırakacaktır.
Samimi olacak olursak, dünya üzerinde vukuu
bulan bütün acı olayların yasını tutacak olursak aydınlığa hiç bir zaman
çıkamayız.
Çünkü uzakta değil, hemen köşe başında bir
amca aç ve yalnız olarak sokakta öldü.
Ona acımadan, sevgiyle üstünü örtebilir,
gözlerini kapatabilir, yanı başında dua edebilir misiniz?
Bir arabanın çarpıp öldürdüğü hayvanı
kucaklayıp, ona mezar yapabilir misiniz?
Yoksa yanlarından geçerken acır, gider ve bir süre için yasın parçası olan suçluluk ve çaresizlik duygularına mı girersiniz?
Bir akrabanızın ya da dostunuzun çocuğu
öldü...
Komşu bir ülkede gözümüzün önünde senelerce savaş sürdü ve binlerce insan
öldü.
Bu gün Afrika’da açlıktan ve susuzluktan onlarca insan öldü.
Her gün bir
hayvanın türü yokoluyor.
Sürekli bir ölüm ve ayrılış var. Sürekli
bir doğum ve yenileniş de var. Sürekli bir akış var. Denge var.
Ayrılanların ruhunu şifalandıracak,
kalanları derin uykularından uyandıracak, dünyayı zehirlerden arındıracak,
bütüne hizmet olacak şey kendiniz olmaktır.
O yangını söndüremediğiniz ve
söndüremeyeceğiniz için, o canları kurtaramadığınız ve kurtaramayacağınız için
kederlenmek ve çaresizlik duymak, gerçek gücünüzü kilim altına atıp
alışageldiğiniz gibi mağdur olmaktır.
Afrikadaki açları doyuramayacağınız
için bir ömür boyu yas tutmayı
seçebilirsiniz.
Sokak köşesinde ölen ihtiyar için, yol ortasındaki
köpek için, savaşları durduramadığınız için ömür boyu öfkelenebilirsiniz; her
şey için sonsuz bir yas yaşayabilirsiniz. Özgürsünüz.
Diyoruz ki yas uyanabilmek için kendinize
tanıdığınız bir dibe vuruş şansıdır.
Dibe vurduysanız artık yukarı çıkma
vaktiniz geldiğini de göreceksiniz. Ve Yukarı doğru bakıyorsanız size uzanan ellerimizi
görür, tutarsınız.
Dünya’ya yapabileceğiniz en büyük hizmet
düştüğünüz delikten kendinize çıkmanızdır. Kendiniz olmanızdır. Kendinize has
yetenekleriniz ve güçlerinizi kullanmanızdır.
Bütün varlıkların bir olduğu bu sonsuz
enerji havuzunda kendine yükselen her varlık, bir ışık partlaması yaratıyor; uyumakta
olan varlıkların gözlerini kamaştırıyor. Karanlıkta yolunu arayanlara referans
oluyor.
Küçük dünyanızda yeteneklerinizi küçük
görmektesiniz. Yeteneğim yalnızca çiçek dikmek, yalnızca yemek yapmak, yalnızca
şarkı söylemek diyorsunuz. Açları doyuran bir zengin olmadığınız için,
yangınları söndürebilen bir kahraman olmadığınız için ve olamadığınız diğer
şeyler için eksiklik duyuyorsunuz. Her küçük zerrecik makro kosmosa açılan
kapıdır oysa. Küçük gördüğünüz bir siz, küçük gördüğünüz bir yeteneğiniz ya da
gücünüz, evrenin sonsuzluğu kadar büyüktür.
Mikroskopla hücreye, hücrenin parçacıklarına,
parçacıkların parçacıklarına, parçacıkların parçacıklarına, parçacıkların
parçacıklarına… doğru indikçe evrenin sonsuzluğuna çıktığınızı görürsünüz.
Annenize, babanıza, kardeşinize, tanıdık ve
tanımadıklara, ülkenize ve dünyaya, gidenlere ve kalanlara, tüm insanlığa ve
tüm varlıklara yapabileceğiniz tek hizmet vardır. Kendiniz olmak.
Kendiniz olarak, ayrılanların ayrılırken
duyduğu acıyı duyumsuyorsanız, bu kutsal bir deneyimdir. Bu bir yas değildir.
Bu an’ın paylaşımı ve onurlandırılmasıdır.
Kendiniz olarak şu andaki koşullarınız fiziksel yardımda bulunmanıza izin
veriyorsa, öyle olsun; bir an dahi kaybetmeyin. Çantanızı toplayın gidin,
bizzat yaralıları sarın, ya da para yardımında bulunun. Bunu acıma duygusundan
değil, kendiniz olmanın bilincinden, onurlu ve kutsal bir davranış olarak
yapın.
Ya da çantanızı toplayın, Afrika'da bir
insani yardım topluluğuna bir ay katılın, gönüllü hizmet edin. Bunu acıma
hissinizden değil, kutsal siz olmanın bilincinden yapın.
Çocuğu vefat eden tanıdığınıza gerçek bir
hissediş, tam bir empati haliyle, acımadan, sarılın. Bunu kendiniz olmanın
bilincinden, koşulsuz sevgi ve anlayışla yapın.
Kendinize ve ayrılanlara karşı acıma
halindeyseniz bir durun!!! Onların
gücünü ve kendi gücünüzü görememektesiniz.
Kendim olarak, bu anın bilincinde olarak, Yunanistan’daki
yangın felaketi ile dünya bedenlerinden ayrılan ruhları selamlıyorum. Işık
yollarına gitmelerine engel olan bilinçsiz acıları var ise onlarla birlikte
dinliyorum…
Acımayın. Dinleyin. Olduğu gibi. Belki
panik, belki fiziksel acı, ateş... Kutsal kendiniz oluşunuzun bilincinde,
kaybolmadan, ama tamamen onlar gibi dinleyin... Dinleyin ve bırakın.
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
…
Ruhları ışıklar içinde yol alsın.
No comments:
Post a Comment
Note: only a member of this blog may post a comment.