Wednesday 25 July 2018

46. Yas? Acının kaynağı? Acıma? Onurlandırma? Hizmet?


Yas kabullenemeyişi yaşama dönemidir.



Kaybedilen bir şey yoktur. Giden gitmiştir. Biz dünyaya yapayalnız ve çırılçıplak geldik. Öyle de gideceğiz. Gidenin ardından doğan acı, o gidenle kurduğumuz bağların bildiğimiz hallerinden kopmasına duyduğumuz tepkidir. O artık bilinmeze doğru yol almıştır. Ve biz de kendimizi bilinenlerin dünyasında farzetmekteyiz. Giden, vakti geldiği için bütün kıyafetlerini ve enerjetik bağları bıraktı da gitti. O enerjetik bağların bir ucu bizdeydi. İpler boşaldı. Bağlar anlamsızlaştı. Uzun zamandır olumlu-olumsuz beslediğimiz ve beslendiğimiz kanallar işlevsizleşti. Boşluk duyduk. Boşluğa düştük.

Çünkü o bağlardan gelen enerjiler bizim kimliğimizin bir parçası haline gelmişti. Babasının kızı olmuştuk, ya da çocuğunun babası, ya da annesinin kuzusu, ya da dostunun yoldaşı. Şimdi onlar gittiyse ben kimim? Yaşadığımız sarsıntı onların gidişinden ziyade, onların biz, bizim de onlar olmadığımızın açığa çıkmasından.

O gittiyse ben artık kimim? Insan sayılı anlar dışında bilinçli değil. Bu bilinçsizlik içinde kendimizi inandırıyoruz duyduğumuz acının onların ayrılışından olduğuna. Oysa hakikat her zamanki gibi görünenden farklı.

O gittiyse ben artık kimim? Babasının kızı olamayacak mıyım artık? Dostunun yoldaşı? Annesinin kuzusu?

Ben kimim onsuz?...

Bu bilinçsizlik içinde sanki içimizde birşey ölmüş gibi hissediyoruz o gidenlerin ardından. Tabii ölüyor. Ama ölen O gidenler değil. Kimliğimizin bir parçası.

Sonsuz değişim yolculuğunda her zaman hizmetini dolduran bir parçamız ölürken daha yüksek bilincimiz varlığımıza doğuyor. Sonsuz bir ölüm-doğum deneyimi içindeyiz. Tutunduğumuz parçalarımız ölmeye çalışırken onların gitmelerine izin vermiyoruz. Onlar yine de parmaklarımızın arasından kayıp gidiyor. Kendi yokoluşumuza acıyoruz. Çünkü sonsuz varoluşumuzu göremiyoruz.

Kendi arkamızdan ya da gidenlerin ardından yas tutmamız tabii çok sağlıklı. O, kabullenemeyişimizin farkına varma ve bırakma için kendimize tanıdığımız bir zaman çerçevesi. O çerçevede yanarız, donarız, korkarız, öfkeleniriz, kederleniriz. Bağları bırakmamıza engel olan bütün bilinçsiz duygularımızı yaşarız.

Çok yüksek bilinçli bir varlık olsak bu duyguları ilk doğdukları an içimizde duyar ve o an bırakır, gideni şükran, sevgi ve mutlulukla uğurlarız. Bize verdikleri deneyimler ne kadar tatlı ya da acı olsa da, biz bu deneyimlerle-anılarla kendimizi kimliklendirmediysek, ya da bu kimliklendirmelerin farkına varıp vaktinde çıktıysak, ayrılık yalnızca bir an sürer. Çok yüksek bilinçte bir varlıksak zaten ayrılanın Yaradanın birliğinden ayrılamayacağını, dolayısıyla ayrılmış olmadığını bilecektir. Artık giden varlık başka bir enerji frekansında titreşecektir. Dolayısıyla izlediğimiz televizyon kanalı aynı olmayacaktır..

Aynı filmde değiliz artık. Hepsi bu kadar.

Yaşadığımızı varsaydığımız bu boyuta gözlerimizi kapattığımızda, kalp dolusu bir seslenişle ayrılan sevdiceğimize seslendiğimizde, yine aynı kanalı birlikte izler oluruz. Dahası aynı kanalın -aynı filmin içinde oluruz. Cennetin gül bahçelerinde, ya da bir dağın zirvesinde, bir göl ortasındaki adada ya da bulutların üstünde bir kulede buluşuruz.

Birbirimize sorarız. EEE nasılsın? Yeni rüyan nasıl?

O cevaplar: Bildiğin gibi işte, sonsuz yaratıma devam…

 O da sorar: Ben çıkınca dünya filmin nasıl devam etti-ediyor? Yeni bişeyler öğrendin mi? Yani, izledim -biliyorum ama senden duymak istiyorum.

Bir yangın çıkmış; insanlar, hayvanlar, ağaçlar ölmüş, yaralanmış. Bu acıyı duymak gerek. Çünkü biriz. Fiziksel görünüşteki ayrılık ilüzyonunun ötesinde enerji aleminde bir bütünüz ve hepimiz Yaradanın çocuklarıyız.

Fiziksel dünyadan baktığımızda onların ayrıldığı , artık aramızda olmadığı ilüzyonuna düşüyoruz. Oysa onlar evrim yollarında hizmetini doldurmuş son bedenlerini bıraktılar ve yeni bir deneyime doğru kanal değiştirdiler. Yine de aynı sonsuz enerji havuzunun içinde birlikteyiz.

Fiziksel alemde gördüğümüz her olay, her oluş, ruhları uykularından uyanmaya teşvik eden içsel yansımalardır. Farkında olmadığımız, zaten varolan ve içimizde saklanan bireysel ve toplumsal duyguları, düşünceleri, inançları, inançsızlıkları yansıtırlar.

Seçtikleri son, acı dolu bir sondu. İnsanlığın kaybetmekte olduğu değerleri ve bunun acısını yansıttılar. Aynı zamanda da hepimizin bir ve kardeş olduğumuzun hatırlatıcı yansıması oldular.
Bu alemde bazı toplulukların uyanışı, iyiliğe-güzelliğe-ışığa doğru değişimleri acı yansımaların sonucu ivme kazanmıştır.

Onların ayrılırken duydukları bilinçli-bilinçsiz fiziksel ve duygusal acıyı duymamız ve onları anlamamız açık kalbimizin ve sevgimizin doğal bir gereğidir. Bunu herkes yapamaz. İnsan, kalbi kapalıyken ve kendi acısının bile farkında değilken başkalarının acısını dinleyemez, anlayamaz.
Onlar yalnızca dar bir bakış açısıyla fiziksel ayrılışları görür ve acırlar. Yazık yazık, gittiler diye hayıflanırlar. Kalplerinden sanki bir şey kopmuş gibi his duyarlar. Kendilerine de acırlar böyle bir dünyada yaşadıkları ve böyle olayları gördükleir için. Gidenler de mağdurdur, kalıp şahit olanlar da mağdurdur, onların titreşiminde.

Bazılarıysa onların acısını tüm yürekleriyle duyacaktır. Aynı zamanda onların seçimi olan bu ayrılış senaryosuna saygı duyacaktır. Onların kader yoluna saygı duyacaktır. Sonsuzluk boyu sürecek yolculuklarında yollarına daha fazla bilinç ışığı dileyecektir.
Acıyı onlarla birlikte duyumsayıp, bırakacaktır.

Samimi olacak olursak, dünya üzerinde vukuu bulan bütün acı olayların yasını tutacak olursak aydınlığa hiç bir zaman çıkamayız.

Çünkü uzakta değil, hemen köşe başında bir amca aç ve yalnız olarak sokakta öldü.

Ona acımadan, sevgiyle üstünü örtebilir, gözlerini kapatabilir, yanı başında dua edebilir misiniz?

Bir arabanın çarpıp öldürdüğü hayvanı kucaklayıp, ona mezar yapabilir misiniz?

Yoksa yanlarından geçerken acır, gider ve bir süre için yasın parçası olan suçluluk ve çaresizlik duygularına mı girersiniz?

Bir akrabanızın ya da dostunuzun çocuğu öldü...

Komşu bir ülkede gözümüzün önünde senelerce savaş sürdü ve binlerce insan öldü. 

Bu gün Afrika’da açlıktan ve susuzluktan onlarca insan öldü. 

Her gün bir hayvanın türü yokoluyor.

Sürekli bir ölüm ve ayrılış var. Sürekli bir doğum ve yenileniş de var. Sürekli bir akış var. Denge var.

Ayrılanların ruhunu şifalandıracak, kalanları derin uykularından uyandıracak, dünyayı zehirlerden arındıracak, bütüne hizmet olacak şey kendiniz olmaktır.

O yangını söndüremediğiniz ve söndüremeyeceğiniz için, o canları kurtaramadığınız ve kurtaramayacağınız için kederlenmek ve çaresizlik duymak, gerçek gücünüzü kilim altına atıp alışageldiğiniz gibi mağdur olmaktır.

Afrikadaki açları doyuramayacağınız için  bir ömür boyu yas tutmayı seçebilirsiniz.

Sokak köşesinde ölen ihtiyar için, yol ortasındaki köpek için, savaşları durduramadığınız için ömür boyu öfkelenebilirsiniz; her şey için sonsuz bir yas yaşayabilirsiniz. Özgürsünüz.

Diyoruz ki yas uyanabilmek için kendinize tanıdığınız bir dibe vuruş şansıdır.

Dibe vurduysanız artık yukarı çıkma vaktiniz geldiğini de göreceksiniz. Ve Yukarı doğru bakıyorsanız size uzanan ellerimizi görür, tutarsınız.

Dünya’ya yapabileceğiniz en büyük hizmet düştüğünüz delikten kendinize çıkmanızdır. Kendiniz olmanızdır. Kendinize has yetenekleriniz ve güçlerinizi kullanmanızdır.

Bütün varlıkların bir olduğu bu sonsuz enerji havuzunda kendine yükselen her varlık, bir ışık partlaması yaratıyor; uyumakta olan varlıkların gözlerini kamaştırıyor. Karanlıkta yolunu arayanlara referans oluyor.

Küçük dünyanızda yeteneklerinizi küçük görmektesiniz. Yeteneğim yalnızca çiçek dikmek, yalnızca yemek yapmak, yalnızca şarkı söylemek diyorsunuz. Açları doyuran bir zengin olmadığınız için, yangınları söndürebilen bir kahraman olmadığınız için ve olamadığınız diğer şeyler için eksiklik duyuyorsunuz. Her küçük zerrecik makro kosmosa açılan kapıdır oysa. Küçük gördüğünüz bir siz, küçük gördüğünüz bir yeteneğiniz ya da gücünüz, evrenin sonsuzluğu kadar büyüktür.

Mikroskopla hücreye, hücrenin parçacıklarına, parçacıkların parçacıklarına, parçacıkların parçacıklarına, parçacıkların parçacıklarına… doğru indikçe evrenin sonsuzluğuna çıktığınızı görürsünüz.

Annenize, babanıza, kardeşinize, tanıdık ve tanımadıklara, ülkenize ve dünyaya, gidenlere ve kalanlara, tüm insanlığa ve tüm varlıklara yapabileceğiniz tek hizmet vardır. Kendiniz olmak.

Kendiniz olarak, ayrılanların ayrılırken duyduğu acıyı duyumsuyorsanız, bu kutsal bir deneyimdir. Bu bir yas değildir. Bu an’ın paylaşımı ve onurlandırılmasıdır.  Kendiniz olarak şu andaki koşullarınız fiziksel yardımda bulunmanıza izin veriyorsa, öyle olsun; bir an dahi kaybetmeyin. Çantanızı toplayın gidin, bizzat yaralıları sarın, ya da para yardımında bulunun. Bunu acıma duygusundan değil, kendiniz olmanın bilincinden, onurlu ve kutsal bir davranış olarak yapın.

Ya da çantanızı toplayın, Afrika'da bir insani yardım topluluğuna bir ay katılın, gönüllü hizmet edin. Bunu acıma hissinizden değil, kutsal siz olmanın bilincinden yapın.

Çocuğu vefat eden tanıdığınıza gerçek bir hissediş, tam bir empati haliyle, acımadan, sarılın. Bunu kendiniz olmanın bilincinden, koşulsuz sevgi ve anlayışla yapın.

Kendinize ve ayrılanlara karşı acıma halindeyseniz  bir durun!!! Onların gücünü ve kendi gücünüzü görememektesiniz.

Kendim olarak, bu anın bilincinde olarak, Yunanistan’daki yangın felaketi ile dünya bedenlerinden ayrılan ruhları selamlıyorum. Işık yollarına gitmelerine engel olan bilinçsiz acıları var ise onlarla birlikte dinliyorum…

Acımayın. Dinleyin. Olduğu gibi. Belki panik, belki fiziksel acı, ateş... Kutsal kendiniz oluşunuzun bilincinde, kaybolmadan, ama tamamen onlar gibi dinleyin... Dinleyin ve bırakın.


Ruhları ışıklar içinde yol alsın.

No comments:

Post a Comment

Note: only a member of this blog may post a comment.