Saturday 19 December 2020

64. Toprak çağından son bir yükseliş yazısı...

 

                           (Art: Gate of God by Gary Osborne)

Toprak çağından son bir yükseliş yazısı.

Üstadların kehanet ettiği, haberci ruhların yüzyıllardır duyurduğu, haberi kalbine konuşan Yaratan’dan alanların hep sezdiği, hep beklediği ve bazen ulaşılmaz kadar uzak hissettiği “Aydınlık Çağ”ın giriş kapısına vardık. Bu güne kadar haberi verilmiş olan bu büyük olaya kendini hazırlamamış olanlar anlamsızlık ve amaçsızlık içinde kaybolmuş olabilirler; korkuyla, öfkeyle ya da kederle savruluyor olabilirler. Ya da bu ilahi olayı durdurabileceğini sanan karanlıklar panik halinde çıldırıyor olabilirler.

Bu güne kadar gönderilmiş bütün ışık dalgaları onları özümsemek için şükranla kalplerini açmış bekleyen insanlar ve varlıklarca alındılar. Bazıları yaşadıkları süre boyunca gelen birçok ışık dalgasını varlığına demirleyerek yeni çağın kapısına bilinci iyice yükselmiş olarak vardı.  Onlar için olacak olanlarda bir sürpriz yok.  İçlerinde kutlama hissi yükseliyor.

“Aydınlık çağ nedir? Ben de onun bir parçası olmak isterim,” diyorsanız geç kalmış sayılmazsınız.

Aydınlık çağ birliğin çağıdır.

İnsan bu görünen dünyanın yanıltıcılığından dikkatini içeriye çevirebilseydi önce evren kadar büyük olan zihninin kaosuyla karşılaşır ve kendi içinde kaybolurdu. İçeride kalmaya devam etseydi o kaotik evrenin merkezindeki ışık kapılarını görür, onlardan geçer ve hakikate çıkardı. O haikakat ki her bir zerrenin ayrılmamacasına 1 sonsuz enerji büyüklüğünün parçacıkları olduklarıdır. Ve o Sonsuz Enerji büyüklüğü İlahi Aşktır. Her zerre Yaratan’dandır. O’nundur ve de O’dur. Her zerre kutsaldır. Evrensel evrim oyununda kendini bilmeyerek yola başlayan her zerrecik sonunda bu hakikati kendi içinde keşfedecektir.

O hakikate ulaştığınızda, o hakikat vicdanınızın tamamı haline geldiğinde, hiçbir zerreye zarar veremezsiniz. Her zerredeki kutsallığı görür ve onurlandırırsınız. Her zerreye aşık olursunuz.

O hakikate kendi içimizde ulaşabilmemiz için bir çok hayat boyu şansımız oldu.

Dünyada yaşayan varlıklar şimdi haberi verilmiş bu büyük uyanış çağının giriş kapısındalar. Birçok hazırlayıcı ışık dalgasından geçtik ve bir çok dalga içimizden geçerek bilinçaltımızın kirlerini temizledi.

Aydınlık çağın giriş kapısı olan önümüzdeki birkaç ay kaotik hissedilebilir. Acı duyulabilir. Çünkü bu kapıdan geçmek için insan geçmişten getirdiği bütün acılarıyla kısa süre içinde yüzleşip, korkuyu, öfkeyi, kederi, sevgiye, şefkate, bağışlayıcılığa, birliği dönüştürmelidir. Bu hızlandırılmış temizlik süreci önceki ışık dalgalarından tam istifade edememiş insanlarda zorlayıcı hissedilebilir.

Hem bireysel hem toplumsal, hem küresel seviyede gizli kalmış karanlık duygular, düşünceler, planlar ve gerçek tarih bir süredir yüzeye çıkıyor ve görünür hale geliyordu. Eskiden komplo teorisi denilen karanlık planların planlayıcıları bile bazen kendi ağızlarıyla gerçek arzularını içlerinde tutamayıp ifşaa eder oldular.

Şimdiye kadar ne ifşaa olduysa sadece bir hazırlıktı. Burada giriş kapısındayız… Saklayacak şeyleri olanların vay haline… Çünkü gemileri çürümüş ve nereden tıkasalar başka yerden patlayıp su alıyorlar; batıyorlar. …Ve sürekli hala yüzebildiklerini, çok sakin olduklarını , hatta herşeyin tam istedikleri gibi gittiği imajını vermeye çalışıyorlar. Aslında dağılıyorlar.

Onların yarattığı bu güçlü olma imajına kanan korku halindeki kalabalıklar onlara kendi güçlerinden güç aktarıyorlardı.

Herkesin dikkati içlerinden doğacak bir ışık patlamasıyla kendi içlerine getirilecektir. O zaman karanlıklar da beslendikleri enerjileri kaybetmiş olacaklar.

 

Herşey özgür seçimle.

Şu an yanyana yürüyor olabiliriz. Ama bakarsınız yarın bambaşka boyutlarda olabiliriz. Herkes kendi seçiminin evrenini deneyimleyecektir.

Sonsuz olasılıklar  içinden kendilerine verilen Uyanış çağını görenler ve şükranla alanlar O boyutta olacaklar. Belki bazıları son anda gelecek olan en büyük uyandırıcı ışık dalgasıyla uyanıp birliğin evrenini seçecektir.

Bazılarıysa henüz frekanslarını o bilinç noktasına yükseltemeyecekleri için 3. Boyutun kaotik deneyimlerine kaldıkları yerden devam edeceklerdir.. adeta hiçbir şey olmamış gibi… belki sizi bu gün tanıyan birileri yarın size dair hiç bir şey bilmez olup kendi boyutunda evrimine devam eder. Ve siz onu tanımış daha yüksek bir bilinç olarak onu sevgiyle hatırlar kendisinin yükselişi için de bulunuduğunuz birlik boyutundan dua edersiniz.

Ve aslında bu şimdiden oluyor. Bazı insanlar yanınızdan sizi görmeden geçiyor. Bir seslenecek olsanız korkarak kendilerine geliyorlar.. “ahhh, sen oradamıydın? Ne var?”

 

Farklı evrim seviyelerindeki varlıkların hepsinin aynı anda aynı ışık boyutuna yükselmelerini bekleyemeyiz.

Evet aynı dünyayı paylaştık. Aynı dünyayı paylaşabilmek için hepimiz kişisel travmalardan, ve ego istasyonundan geçtik.

Ruhani öğretmenler, ışık işçileri, ışık rehberleri bazen çok karanlık bir aileye ya da topluma çocuk olarak geldiler. Bazıları da dünyada kalabilmek için yemeğe gereğinden fazla gibi gözüken şekilde önem vererek kilolandılar. Bu gün dünyada ağır kilolarla demirlenmeye çalışan birçok insan var.

Şimdi Saturn ve Jupiter 21 Aralık Kış Dönümünde, Kova Burcunda buluşarak, Kova Çağının girişini Türkiye saatiyle 21:33’de işaretlediklerinde aynı dünyayı paylaşma zorunluluğumuz ortadan kalkıyor ve evren okulunun bir üst sınıfına yükselme şansımız doğuyor. Bu kapı bir üst sınıfın kapısı. Aynı parlak geleceğe  niyetlenmiş olanların yan yana yükselme vakti. Onlar için hayat gün be gün dışarıdaki kaotik görünümüne rağmen daha akışkan, daha kolay, daha keyifli, daha neşeli gelişecektir. Tabii ki kalplerimiz ister ki bütün insanlık birlikte yükselsin. Ama Varlıkların özgür seçimleridir olan ve olacak olanlar. Saygı duymak ve sevgiden ötürü onları özgür bırakmak gerekir. Sevgi özgürleştirir.

Bizim seçtiğimiz gelecek zaman hattında (!) insanlık üzerinde büyük kontrol planları yapanların “great reset planları” ellerinde patlayacaktır.

İnsanın ruhla bağlantısını kapatabilmek için hem radyasyon ile, hem hava yoluyla zehirleyerek, hem yarattıkları hastalıklar hem de çare diye çıkarttıkları aşılarla, hem genetiği bozulmuş gıdalarla, hem de aslen karabüyü ve dünyadışı sahiplerinin silahlarıyla saldırdılar. Binlerce yıl önce “Tanrı” efendilerinin yaptığı gibi bir köle ırkının tek sahibi olmak istediler. Ancak o vakitlerde başlamış olan karanlık giderek, yükseldi, yükseldi, yükseldi ve daha fazla yükselemeyeceği bu günkü en yüksek noktasına vardı. Bu noktada tıpkı yin-yang sembolünde olduğu gibi net bir çizgi ayrımıyla karanlığın çağı tamamlanıyor ve ışığın çağı başlıyor. Her kes evrenin kurallarına ve döngülerine uymak zorundadır. Onların planları ellerinde patlamak zorunda. Onlar yanlış yerde hapsolmuş durumdalar.  

Aydınlık çağ başlıyor ama 22 aralık sabahında uyanıp yepyeni bambaşka bir dünya göreceğimizi de zannetmeyelim. Fiziksel olarak kurulmuş, aydınlık geleceğimizle uyumlu olmayan herşeyin-her sistemin, her düzenin gözlerimiz önünde yıkılması gerek. Dünyaya yapılmış her türlü hasarın onarılması, her türlü zehrin temizlenmesi gerek. Hem varlıklarımızdan hem de dünyadan büyük zehir yükselecek. Bir süre buna şahit olacağız. Sonra belki önümüzdeki 100 yıl sürer bilinç yükselişimiz ve birlik dünyasını yaratmamız.

Ama öyle düşünüyorum ki önümüzdeki 5 seneyi geçirdikten sonra daha gençleşicez, daha güçlenicez ve zamanı daha çok anda yaşar olacağız. Zamanı anda yaşayan biri için 100 yıl hem bir hiçtir hem de sonsuzca doludur.

Aşk olsun.

 

 21 Aralık 21:00-21:44 arasında sürecek bir toplu meditasyon var. Sizi ona davet etmek istiyorum.

Fb etkinlik sayfasındaki açıklayıcı yazıyı aşağıya yapıştırıyorum:

-----------

Sizleri 21 Aralık 21:00-21:44 yeni dünyanın demirlenmesi ve kutlamasını yapacağımız toplu meditasyona davet ediyorum.
Dünyanın pekçok yerinden belki yüzbinlerce kişi benzer niyetleriyle bütünün hayrına meditasyon ve seremoniler yapacak.
Bu arzuyu ve görevi gönlünde duyanlar zaman-mesafe gibi engelleri aşarak buluşacaktır. Buluşmamız bütünün en yüksek hayrına olsun.
---
(Başlamadan evvel kendinizi derin nefesler alıp vererek dinginleştirin. Yaradana seslenerek onun iznini, kutsamasını, şifasını, onun merhametini, ışığını dileyin.
1. Niyet:
Bu vakitte bütünün en yüksek hayrına dünyaya ve insanlığa gönderdiğin arındıran, şifalandıran, bilinç yükselten ışıklarının tertemiz bir kanalı olmaya niyet ediyorum Yaradanım.  Birliğin dünyasını senin sevginle yaratmamıza izin ver, yardımcımız ol Yaradanım.

2. Teslimiyet:
burnunuzdan alacağınız ve vereceğiniz derin, sakin nefesler eşliğinde, hiç birşey düşünmeden tepeden tırnağa bedeninizdeki hisleri duyumsayarak uyanık bir farkındalıkta kalın.
(bu esnada açık boyut kapılarından gelen enerjiler bedeninizden geçerek dünyaya girecek, yayılacak)

3. Yaratım: (44 dakika sürecek olan meditasyonun son 5-10 ve ya 15 dakikası boyunca)
Hastalıklardan arınmış, paranın olmadığı, yüksek ruhani teknolojilerin bütün varlıkların refahı için kullanıldığı, dünyanın kaynaklarının onurlandırıldığı, herkesin birbirini kardeşmişçesine tuttuğu ve sevdiği, galaktik bir gezegen toplumu olduğumuz, birliğin dünyasını
hayallerinizde coşkuyla, mutlulukla, inançla yaşayın.. Bu, ruhani boyutta aktif bir yaratımdır.
Yaratım için gerekli olan hayaller zihninizde belirmiyorsa, endişe etmeyin. Yaradanın büyük planına güvenin. Aşkta kalın.

----
Fb etkinlik sayfasını da paylaşmanzı rica ederim:


Aşk ile

Sunday 1 November 2020

63. İnsanın acısı

63. İNSANIN ACISI


Egonun ve eril dişi enerji dengesizliğinin yarattığı acılardan bahsedip gönlümden bildiğim ve benimde yürümeye gayret ettiğim “çıkış yolunu” işaret ettiğim bu yazıyı yayınlamaya hazırladığım gün İzmir’de deprem oldu. Canlar uçtu gitti. Büyük acı doğdu. Dinledim, dinliyorum, dinliyoruz, hissediyoruz kollektif acıyı.

Yardım diliyorum Yaratan’dan; acımızı kabul edip, daha fazla sevgiye dönüştürebilmemizde elimizi tutsun diye.

İnsanın acısının özü-kaynağı hep aynı olmakla birlikte, yas konusunu ayrı bir yere koyarak, ona hassas yaklaşmak, daha yumuşak bir şekilde ele almak ve başka bir blogda ilgili yazmak istiyorum.

Bu insanın kendini gerçekleştiremeyişinin acısı ve çözümüne dair bir yazı.


Bu yazının okuyucularına minik bir tavsiye:

Okuyacağınız her satır o anda uzay boşluğunda yapayalnızmış gibi gelebilir. Okudukça her birinin büyük bir resmin parçaları olduğunu sezmeye başlayabilirsiniz ve sonuna geldiğinizde ise belki büyük bir konunun ufak bir özeti tamamlanmış olur. Ya da hala uzay boşluğundadır bütün bir yazı…

Sabırla, yavaşça, hissederek, duraksayarak, kendinizi dinleyerek, kendi ve tanıdıklarınızın hayatlarındaki ya da toplumdaki dokunulan noktaları anlayarak okumanızı tavsiye ederim.

Bütüne şifa olsun. 

 +++




Kadın ve erkek fark etmeksizin her birimizin varlığında Yüce Yaratan’ın dişi ve eril enerjileri var. Pek tabii onun bir cinsiyeti yok, kendi içinde bir ayrılığı da yok. O sonsuz ve bir olan.Yaratım bir ayrılık rüyası. Bizler o rüyanın parçacıklarıyız ve içimizde hissettiğimiz-varmışçasına kabul ederek konuşacağımız, eril – dişi ayrılık, yaratım rüyasının gereği.

Eril ve dişi enerjimiz birbiriyle uyum içinde dans ettiğinde içimizde aşk var ve içimizdeki aşk realitemize huzur, merhamet, bağışlayıcılık, koşulsuz sevgi olarak yansıyor.

Eril ve dişi enerjimiz birbiriyle savaş halindeyken, içimizde acı var ve o zaman içimizdeki acı realitemize, teslim olamamak, bırakamamak, kontrolcülük, öfke, nefret, şiddet, yokedicilik olarak yansıyor.

Bu iki enerjinin denge kontrolü ya ego merkezinde (zihinde) ya da ruh-farkındalık merkezinde (kalpte) olur.

Ego, birçok enkarnasyon boyunca yaşadığımız tüm hikayelerin sonucunda vardığımız kimlik - kişilik hali.

Ruh farkındalığı ise ego merkezindeki deneyimlerimiz boyu, yaşadığımız sayısız acılar sonunda bulduğumuz ve bulmakla hala meşgul olduğumuz ruh bağlantısı.

Tamamen ego merkezli bir yaşamda varlığımızdaki eril ve dişil enerjiler dengesiz ve yaşadığımız realiteler acı dolu oluyor.

Kalp merkezli bir yaşamda eril ve dişil enerjiler uyumlu, yaşadığımız hayat duyulabilecek her türlü maddi manevi acıya rağmen sonunda daimi mutluluğa evriliyor.

 

İşte mesele bu; kutsal insan olmak ya da olamamak.

Kadının ve erkeğin kutsal insan olma yolunda sınavları farklılık gösteriyorsa da, yanılmayalım; birçok hayat (reenkarnasyon) yaşamış varlıklar olarak hepimiz bu sınavların hepsinden geçtik ve geçiyoruz.

Sınavlarımız şimdi cinsiyetlerimizin farkından ötürü değişikmiş gibi gözükse de, resmin büyüğüne bakıldığında ortak olduğunu anlıyoruz. Hem kadın hem erkek olmayı defalarca deneyimlemiş cinsiyeti olmayan ruh parçaları olarak, her kadın oluşumuzda bilinçsiz bir dünya toplumunda kadın olmaya has zorlukları deneyimledik. Erkek oluşlarımızda ise bilinçsiz bir dünya toplumunda erkek olmanın kendine has zorluklarını deneyimledik.

Bazı yazılarımda kadınların acılarına daha çok değindiysem bu, içinde yaşadığımız coğrafya ve zamanda onların acıları en görünür ve hissedilir durumda olduğu içindir. Erkeğin de kendine has acıları, zorlukları var ve onlar da konuşulsun, ortaya çıkarılsın, anlaşılsın, çözümlensin, ışığa yükseltilsin ister. Yazıyı bu amaca hizmet etmesi niyetiyle kaleme almaya başlamıştım ki çok geçmeden anladım; bu, insan olmanın acısını anlamadan ve anlatmadan mümkün değil.

 

İnsan ve acısı…

İçine daldığımız bu dünya deneyimi kim olduğumuzu bilmemekle başlar. Kim olduğunu bilmeyen ve kendini tamamen fizikselliğiyle kimliklendiren insan, deneme yanılma, düşme kalkma, acıma, acıtma, acıtılma, sevme, sevilme ve sayısız deneyimler sonunda sayısız kimlikler geliştirdikten sonra,  hakikate dair bir uyanış yaşar. (Hakikat: kendisinin bütün bu kimliklerden özgür ve bağımsız bir Tanrı zerreceği olduğunun sezgisidir)

O uyanış vuku bulana dek varlığı kirlerle ağırlaşmıştır.

Bu evrimsel yolculuk boyunca insan, varlığında kalan kirler nelerse; bencillik, kontrolcülük, kibir, maddesel arzular vb., onları kendisine gösterecek koşullara, ailelere, toplumlara reankarne olmuştur. Çünkü içeride ne varsa dışarıda da o gözükür olmalıdır. Olmaya geldikleri o yol gösterici, dönüştürücü, şifacı, destekleyici kutsal insan ancak varlıklarında kalan kirlerin ışığa dönüştürülmesinde belli bir derece yol aldıktan sonra ortaya çıkar.

 

Kir olarak nitelediğim bencillik, kontrolcülük, kibir, kıskançlık gibi negatif kişilik değerleri (kısaca ego), kişinin duygusal yaralarını görmemek için yarattığı saklayıcı ve koruyucu bir duvardır. Örneğin; çocukluğunda (ve/veya geçmiş yaşamlarında) umursanmamış bir insan, varlığında saklı kalmış acıyı görmemek uğruna,  umursamaz insanlar tarafından incitilmemek adına, umursamaz bir karaktere dönüşebilir. Aynı şekilde, sevgi görmemiş bir insan bu acıyı saklayabilmek için sevgi vermeyen birine dönüşebilir. Aşağılanmış biri aşağılayan, yukarıdan bakan biri haline dönüşebilir. Çocukluğunda işkenceye maruz kalmış biri büyüdüğünde katil olabilir. Bütün bu hallerde, zihin merkezli yaşayan bir kişi güçlü olmak veya güçlü gözükmek adına varlığındaki eril enerjiyi arttırmış dişi enerjiyi bastırmış, susturmuştur. Yani dişiye ilk darbe içerde vurulmuştur. (Böyle olmayadabilirdi. Kalp merkezine ve vicdanına arada bir bile olsa uğrayan bir kişi, acısıyla bir nebze olsun yüzleşip, ilgili varlıkları ve kendisini bir dereceye kadar bağışlayarak ışığa çıkarmayı seçerdi ve böylece dişi enerjisini bu derece bastırmasına gerek olmazdı. Yine de eril enerjisinin dişi enerjisine oranla bir nebze bile daha baskın olmasının kendine has zorluklarını tadardı.)

Bir de eril enerjinin bastırılıp dişi enerjinin yükseltildiği birkaç örneğe bakalım.

Çocukluğunda çok fazla gayretli olmaya itilmiş, belki başkalarıyla yarıştırılmış bir çocuk büyüdüğünde gayretsiz, amaçsız birine dönüşebilir. Çocukluğunda çok erken yaşta sorumluluk altına sokulmuş biri büyüdüğünde sorumsuz bir insana dönüşebilir. Nefret ettiği bir ebeveynin fiziksel konulardaki yetenekliliğini, atılganlığını görüp, yeteneksiz, pasif bir karaktere dönüşebilir. Çocukluğunda annesine şiddet uygulayan babasını görmüş bir çocuk, erkeğin gücünün bir lanet olduğunu düşündüyse, güçlü olmamak adına gücünü saklayıp, aşırı korkan, kararsız, endişeli bir yetişkin erkeğe dönüşebilir. (Tersi de olabilir)  Bu örneklerde bahsettiğimiz kişiler gücünden kaçınmak adına dişi enerjisini yükseltip eril enerjisini susturmuştur. (Böyle de olmayabilirdi. Kişi acısıyla yüzleşip onu ve ilgili varlıkları ve kendini bağışlayarak ışığa çıkarmayı seçebilseydi, eril enerjisini bastırmasına gerek kalmazdı.)

 

İster içimizdeki eril enerji bastırılmış olsun ister dişi enerji bastırılmış olsun, denge ister az ister çok bozulmuş olsun, her halde zorluk ve acı var; dengesiz bir yaşam var; ruhtan gelen istekleri fiziksel realite olarak gerçekleştirmede aksaklıklar, zorluklar var. Buna kendini gerçekleştirememek diyebiliriz.

Ruhtan gelen en hayırlı planları, realiteye dönüştürecek olan varlığın, içsel denge halinde olması gerekir. Dengenin az ya da çok bozuk olması ruhun istediği hayırlı sonuçların az ya da çok bozulmasına yol açar. (Yine de olan her şey, herşeyi bilen Yaratan’ın sonsuz planı dahilindedir ve hata yoktur. O düzelticilerin düzelticisi, o her şeyi kendine döndüren…)

Eril enerjisi bastırılmış ve bu konuda şifalanma kapılarını kapatmış bir insan hayatının her anında uygulaması gereken gayreti, sorumluluğu, hareketliliği, kararlılığı, merkezliliği uygulayamaz. Böylece realitelere gebe olacak dünya rahmini tohumlayamaz.

(İlahi eril enerji insanın merkez kanalından aşağıya doğru akar ve bedeninden çıkıp toprağa girer; toprağın kalp-rahmine kadar iner. O ilahi enerji, ruhun yaratmak istediği realitelerin enerjisel  tohumlarını (planlarını) taşımaktadır. Bu tohumlar yeryüzünün kalp-rahminde ekilir (demirlenir).  

İnsanın varlığındaki eril enerji bastırıldıysa merkez kanaldan bir realite yaratmaya yetecek kadar enerji aşağıya inemez, inen enerji de dünyanın kalp-rahmine kadar inemez. (Kök çakrasından çıkan enerjinin dünyanın merkezine kadar inememesi; yeryüzünün birkaç metre derinliğine kadar inebilmesi durumu.)

Dişi enerjisi bastırılmış ve bu konuda şifalanma kapılarını kapatmış bir insan hayatının her anında uygulamaya ihtiyacı olan teslimiyeti, kabulü, doğurma gücünü, akışını, esnekliğini, ilahi dansını, tevazuyu uygulayamaz. Böylece, dünyanın kalp-rahmine ekilmiş realiteler yaratmaya kadir olan o gücü, dünyanın rahminden kendi rahmine, oradan kalbine ve oradan taç çakrasına ve oradan da evrenin merkezine yükseltemez ve doğuramaz.

(İlahi dişi enerji dünyanın merkezinden insanın ayak tabanlarına, kök çakrasına ve sonra oradan taç çakrasına kadar merkez kanalın etrafında yılan gibi dolanarak iki kanal halinde, aşağıdan yukarıya doğru hareket eder.)

Evrenin merkezinden insanın merkezine ve oradan dünyanın kalp-rahmine kadar inen yaratıcı eril enerji, yaratıcı dişi enerji olarak dünyanın kalp-rahminden insanın merkezine ve insanın merkezinden evrenin merkezine doğru yükseldiğinde bir yaratım geometrisi tamamlanarak insan aurasında ruhtan gelen arzuların gerçekleştirici güç ve yetenekleri aktive edilir. Aktive edilen sadece kişinin aurası değil aynı zamanda dünyanın ve kolektif bilincin aurasındaki yaratım unsurlarıdır. Bu güç, Yaradan’ın bizlere kendinden bağışladığı yaratım gücüdür. Bu yaratım gücü aktive olduğunda, yaratılacak realitenin gereği olan tüm araçlar, insanlar, olaylar, koşullar, hızlıca dünyayı ve tüm elementleri kullanarak  bir akış gibi oluşur ve adeta kişinin ayaklarının altına serilir. 





Bu yaratım gücünü aktive etmemize ve kullanmamıza mani olan duygusal ve zihinsel acılarla yaratılmış olan ego kimliklerimizin ağırlığı ve bozulmuş olan eril-dişil dengemizdir..

Tanrısal yaratıcılığımızın geometrisi aktive olmadığında ise ( hayatımızın büyük bölümü ) ego varlığımızın geometrisi aktiftir ve bilinçsiz yaratımlarımız varlığımızda gerçek bir tatmin bırakmaz;  hep eksik hissederiz, hep rahatsız, hep acıda. 

İnsan duygusal acılarıyla yüzleşmekten kaçınır ve böylece kendisine yabancılaşır. Olmadığı bir şeyin rolüne bürünür ve zaten her yönüyle aldatıcı olan dünya hayatında kendini en büyük aldatan olur.

Dünya hayatı her insan varlığının okuludur. Geçmişinin olayları ve duygusal kalıntılarıyla yüzleşen, geçmişiyle ilintili varlıkları, olayları ve kendini bağışlayıp bırakan insan özgürleşir. Böylece uzun süreler, belki de hayatlar boyu sahiplendiği gerçek olmayan kimliklerini birbir bırakır, ruh farkındalığına doğru adım adım yaklaşır.

 

Her bir insanın realitenin aynasında görebilecekleri sonsuzca birbirinden farklıysa da bu paradigma değişim evresinde, dönüştürücü rolünde gelen erkeklerin ve kadınların bazı zorlukları, acıları, sınavları birbirine benzer olmuştur.

Şimdi yazacaklarım erkek kardeşlerimeymiş gibi gözükse de yine hepimize.

Hepimizin ortak anlayışını, kutsamasını, şifasını diliyorum içlerimizdeki incinmiş, kırılmış, bozulmuş olan erile ve dünyadaki tüm erkeklere.

Erkekler, pek tabii kendilerini birdenbire ataerkil bir aile ve toplumda bulmadılar. Bu geçmiş seçimlerinin adım adım onları getirdiği son bir duraktı. (Geçmiş= birçok reenkarnasyon)

Çoğunlukla büyük bir mutluluk ve coşkuyla karşılandı dünyaya gelişleri.

“ Duyduk duymadık demeyin, bir oğlum olduuuuuu…”

Bir kralın ya da kasabın, bir çiftçinin ya da terzinin oğlu olduğunuz farketmeksizin karmanız aksini gerektirmedikçe dünyaya gelişiniz kutsamalar ve kutlamalarla olmuştur. 

Büyürken; adam ol, erkek ol, ağlama, vur, aslanım benim, var mı senden güçlüsü, kral oğlum benim…

Kadınların erkeklerden zayıf olduğu inancı...

Çocukluğunda gözleri önünde vuku bulan kadına şiddet…

Erkeğin hayattaki tek amacı sanki savaşçı, lider, yönetici olmakmış gibi bir eğitim…

Hassas ve güzel olan şeylere ilgi gösteren erkek çocuklarının kadın gibi olmakla eleştirilerek utandırılması…

Müzikle ilgilenen çocuklara: “Çalgıcı mı olucan sen? Evlenemezsin büyüdüğünde,  sen iyisimi mühendis ol…”

Sigaranın ve alkolün erkeği karizmatik kıldığı görüntüsünün sürekli aşılanması…

Her istediği önüne annesi tarafından sunulan ve kendi işini başarmayı bilmeyen, çocukluğundan itibaren insan kullanmak kendisine öğretilmiş erkekler…

Bir de evin otoritesi olan (eril enerjisi baskın) olan kadınların oğulları var. Annesinin dizinden ayrılamayan,  evlense bile annesinin kendisini ve ailesini yönetmesine müsaade eden yetişkin erkekler…

Anne ve erkek çocuk bağımlılığı…

Eşini, sevgilisini, sahip olduğu bir madde zanneden erkek…

Taştan, topraktan, havadan sudan, hayvandan, bitkiden, kadından, çocuklardan, hemcinslerinden, hiçbirşeyden izin almayı bilmeyen ve hakkı olmayan alanlara giren, istilacı erkek…

Duygularına kör erkek…

Çocuğuna, eşine ve hiçbir varlığa karşı sevgi ifade edemeyen erkek…

Vicdanını duyamayan duysa bile af dileyemeyen erkek…

Evrenin gizemine gülen, şüpheci, realist erkek…

Nasıl yetişkin erkek olunacağını bilmeyen kaba-bencil-utanmaz-kontrolcü eğitimsiz bir çocuk gibi kalmış olan erkek...

(Söz ettiğim önce içsel eğitim, sonra anne baba eğitimi)

 

Bu erkeklerin arasında varlığındaki kutsal erili ve dişiyi uyandırmaya, şifalandırmaya, yükseltmeye ve dünyanın büyük dönüşümünde hayırlı bir rol oynamaya gelmiş olan erkekler de var...

Merhameti, sevgiyi, şefkati, anlayışı, tevazuyu, adaleti, öz gururu, sorumluluğu, farkındalığı ifade etme niyetiyle enkarne olmuş erkek cinsiyetindeki yüksek bilinçli varlıklar, katı-egoist-eril toplumun içinde çok zorlandılar. Başarmaları gereken şey bir çiçeğin kurumuş sert toprağı delip ortaya çıkması kadar zordu.

Erkek çocuğu erkek olmayı ilk babasından öğrenir... Ama babasına bakıp, kendisindeki yumuşak özellikleri onda göremeyen, dahası onun tarafından, “bir iş beceremeyen, bir baltaya sap olamayan, adam olmayan ve olmayacak olan” diye aşağılanması, dövülmesi, onun tarafından hiç onaylanmaması ve kabul edilmemesi, erkekliği öğrenebileceği birinin yokluğuna düşmesi, o erkekler için ergenlik ve yetişkinlik ve belki yaşlılıklarında bile negatif etkileri olacak çok zor bir deneyimdir.

Sadece babası değil, annesinde de kendisindeki yumuşak özellikleri göremeyen çocuk acı çekecektir.

Örneğin O, çimenlere basmaya çekinecektir canları acımasın diye. Ailesinin ve çevresindeki herkesin çimenleri ezmesi, hatta çöplerini atmaları ona acı verecektir. Ki çimenlerin ezilmesinden çok daha vahşi şeyler görecektir gözleri tüm gençliği ve yetişkinliği boyunca…

Akıtılan kurban kanına bakarken gözlerinde bir şok dona kalacaktır… “ahhh burası zayıfların yeri değil…” Gözyaşlarını içine atacak ve saklamaya çalışacaktır. Kendisini yapayalnız ve yabancı hissedecektir.

Eril toplumun tanımladığı anlamıyla “adam” olmaya ve hassas olan yönünü kapatmaya zorlanan erkek çocuk, bu baskıya ve yalnızlığa daha fazla dayanamayıp uyum sağlamaya çalışabilir. Futbolu hiç sevmediği halde babasıyla aynı futbol takımını tutmaya, futbol maçına gitmeye, orada onun gibi küfretmeye çalışabilir. Ya da okulda küçük bir çete gibi hareket eden o kaba çocuklarla sigara içerek, bilardo oynayarak, onlar tarafından ya da babası tarafından kabul görmenin gururunu tadabilir.

Ama bunlar geçici ödüllerdir. Sadece geçmiş yaşamlarında biriktirdiği eril egonun – karmanın, yüzüne tokat gibi yansıması ve kendisine sunulan değişim adına bir seçim hakkıdır. “Bir hayat daha böyle mi kalmak istiyorsun? Yorulmadın mı bu sahtelikten?”

Bahsini ettiğimiz bu hassas erkekler belli bir bilinç frekansına ulaşmış yaşlı ruhlardır ve er ya da geç -her zaman tam zamanında- içlerindeki üstada ulaşacaklardır. Ancak oraya ulaşana dek, anlaşılmamış olmanın, dışlanmış olmanın, saklanmış olmanın, varlığındaki dişi ve erilin zarar görmüş olmasının, bastırılmış olmanın acılarını biriktireceklerdir.

Sonra bir tetikleyici çıkacak karşısına; acı bardaktan taşar gibi taşacak, onları hakikati görmeye zorlayacaktır.

Sahtelikleriyle (Ego kimlikleriyle) yüzleşmek ve kendini bilmek konusunda yeterince gayret gösterirlerse kusarlar öfkeyi, kederi ve fiziksel zehirleri. İsyan doğar “Hayır, ben bunun için gelmedim bu dünyaya… ben ne yaptım… Bu ben değilim…”

İşte o vakit dünyaya neden geldiğini anımsamaya ve bütün toplumun kapatmaya uğraştığı hassas, yumuşak-dişi olan yönünü hak ettiği yere, öne çıkarmaya ve ifade etmeye başlayacaktır. Sevgiyi, şefkati, merhameti, bağışlayıcılığı, kabulü, esnekliği, ilahi dansı, akışı ifade edecektir. Sonunda varlığındaki kutsal dişiyi ve kutsal erili aşkla kucaklamış erkek cinsiyetinde kutsal bir insan doğacaktır.

----

Şimdi yazacaklarım kadın kardeşlerimeymiş gibi gözükse de yine hepimiz için.

Hepimizin ortak anlayışını, kutsamasını, şifasını diliyorum içlerimizdeki incinmiş, kırılmış, bozulmuş olan dişiye ve dünyadaki tüm kadınlara.

Kadınlar da, pek tabii kendilerini birdenbire ataerkil bir aile ve toplumunda bulmadılar. Bu geçmiş seçimlerinin adım adım onları getirdiği son bir duraktı. (Bir çok reenkarnasyon)

Bazen doğmaları istenmedi… Dünyaya gelişleri hayal kırıklığıyla karşılandı.

“ Aaaaa duydunuz mu, yine kızı olmuş… Yazık yazık…”

Onlar bazı toplumlarda doğar doğmaz öldürüldü. Yaşayıp çocukluk evresini geçebilmişlerse erken yaşlarında evlendirildiler.

“Hanım hanımcık ol, kır dizini evinde otur, kızını dövmeyen dizini döver”…

Kadın bedeni böyle görülmeli, şöyle süslenmeli, şöyle kokmalı… Cilveli olsun, namuslu olsun, şarkı söylemesin, dans etmesin, kahkaha atmasın, mini mini giyinmesin, şu saatte dışarıda olmasın...

“Evinin kadını, çocuklarının anası olmanı istiyorum”…

Fiziksel ve duygusal taciz ve tecavüz…

Onlara güçlü ol, özgür ol, maceracı ol, yaratıcı ol kendine güven denmedi.

 

Böyle sert, böyle katı toplumlarda bizzat yakın çevrelerinde bunları duymamış görmemiş olanlar bile, yine filmler, hikayeler, söylentiler yoluyla o toplumun nasıl bir kadını kabul edeceğine dair programlandılar. Öyle bir toplumda hayatta kalabilmek için varlıklarındaki eril enerjiyi çoğaltıp, dişi enerjiyi bastırıp, sürekli çalışan, sürekli başarı ve kariyer kovalayan, dergi kapaklarındaki kadınlar gibi zayıf ve makyajlı olup onlar gibi giyinebildiklerinde kendilerini kadınsı zanneden kadınlar… Ya da eril enerjisini düşürüp dişi enerjisini yükseltmiş erkeğine ve çocuklarına yaranabilmek için saçını süpürge edip, tüm hayatını onların mutluluğuna adayan ve kendi için hiç bir şey yapmayan, yapmaya cesareti olmayan kadınlar. Kendisine değer gösterilmeyen ortamların içinden çıkıp gidemeyen kadınlar…

Bu kadınların arasında da varlığındaki kutsal erili ve dişiyi uyandırıp saflaştırmaya, şifalandırmaya, yükseltmeye ve dünyanın büyük dönüşümünde hayirli bir rol oynamaya gelmiş olan kadınlar var. Onlar da yukarıda bahsettiğim hassas erkeklerin sıkıntılarını yaşadılar. Hassas erkek ve hassas kadın demeyi de bırakalım artık. Onlar hassas insanlar. Egoist, kaba, sevgisiz olan herşey gözlerini, kulaklarını, tüm hislerini, duygularını, kalplerini acıtıyor, akıllarına ve bedenlerine bile zararlar bırakıyor.

 

Onlar da tam tam zamanında- içlerindeki üstada ulaşacaklardır. Ancak oraya ulaşana dek, anlaşılmamış olmanın, dışlanmış olmanın, saklanmış olmanın,  varlığındaki dişi ve erilin zarar görmüş olmasının acılarını biriktireceklerdir.

Sonra bir tetikleyici çıkar karşılarına ve acı bardaktan taşar gibi taşar; onları hakikati görmeye zorlar.

Sahtelikleriyle (Ego kimlikleriyle) yüzleşmek ve kendini bilmek konusunda yeterince gayret gösterirlerse kusarlar öfkeyi, kederi ve fiziksel zehirleri. İsyan doğar “Hayır, ben bunun için gelmedim bu dünyaya… ben ne yaptım… Bu ben değilim…”

İşte o vakit dünyaya neden geldiğini anımsamaya ve bütün toplumun kapatmaya uğraştığı hassas, yumuşak-dişi olan yönünü hak ettiği yere, öne çıkarmaya ve ifade etmeye başlayacaktır. Sevgiyi, şefkati, merhameti, bağışlayıcılığı, kabulü, esnekliği, ilahi dansı, akışı ifade edecektir. Sonunda varlığındaki kutsal dişiyi ve kutsal erili aşkla kucaklamış kadın cinsiyetinde kutsal bir insan olarak doğacaktır.

 

Bitmez… yaz yaz konuş konuş bitmez..

Ne erkeklerin acıları, ne kadınların acıları…

Ama dışımızda vukuu bulan realiteler acımızın gerçek sebepleri değiller.

Onlar zaten içimizde var olan kirlerimizin-karmamızın-egomuzun aynadaki yansımaları…

Masum? Hangimiz masumuz?

Birçok hayat yaşamış ve bu hayatlar içinde sayısız seçimler yapmış bir varlığın bu hayatına varana dek öz saflığının üstü kat ve kat egosal kir ve suçluluk ve pişmanlıklarla dolmuştur.

İşte onun için kutsal insan olmak çok kutsal. O hayatlar boyu yaptığın tüm seçimlerin sebep olmuş olabileceği maddi manevi acılar için vicdanında azap duyabilmek, o varlıkların acılarını duyabilmek, af dileyebilmek,  sana verilmiş geçmiş tüm acıları kendinde bulabilmek, dinleyebilmek, kabul edebilmek, affedebilmek ve aşk olmak adeta bir yanardağın lav gölünde sonsuzluk gibi yanmak, kutupların altında nefessiz donmak, dağların altında ezilmek, korkunç fırtınaların içinde yaprak gibi savrulmak, yıldırımlarla çarpılıp parçacıklarına ayrışmak gibidir. Ama sonunda rafine olmuş altın gibi parıldarsınız. Varlığınızdaki dişi ve eril güçler birbirini bağışlamış ve kucaklamış olur. Böylece ruhun isteklerini reliteye dönüştürecek kutsal birer araç olursunuz. Ve ruh her zaman bütünün en yüksek hayrını ister. Birbirinize hizmet etmenizi, birbirinizi sevmenizi, saymanızı, şifalandırmanızı ister. Ruh hep en güzel olanı ister.

Onun için artık erkekler olarak halimizden kadınları veya diğer erkekleri suçlu görmeyi bırakmalıyız.

Kadınlar olarak halimizden erkekleri veya diğer kadınları sorumlu tutmayı bırakmalıyız.

Kadın erkek fark etmeksizin o kaba eğitimsiz eril hepimiziz.

Hepimiz biriz ve bastıralan dişi hepimiziz.

Bastırılan saf eril de hepimiziz.

 

Bu acının sebebi erkekler ya da kadınlar değil; insanın ne olduğunu, nereden geldiğini ve dünyada bulunuş amacını bilmiyor olması.

Kutsal insan. Bu senin vaktin. Senin vaktin geldi. Uyan.

Aşk olsun.

 

--------------

Duyuru:

Yer ve Gök arasında erkek olmak

(Resim eşim Yuuka tarafından, bu şifa çemberine özel olarak, kanallık yoluyla yapıldı.) 


Bir erkek şifa çemberi…

Varlıklarındaki dişiyi ve erili şifalandırmak üzere  kadınların ya da erkeklerin kendi aralarında ya da karma olarak bir araya gelmeleri, konuşup, dinleyerek, birbirlerinin acılarını hissetmeleri, bir bağışlayıcılık, açılış, yükseliş anı varana dek sabır ve şefkatle birbirlerine alan tutmaları kutsaldır, şifalıdır.

Bir süredir erkek kardeşlerimle birlikte böyle bir çemberin parçası olacağımı hissettiriyordu ruhum. Sadece ne zaman, nasıl olacağını bilmiyordum.

Sevgili kardeşim Çağım Tuğ, Fethiye’nin Ak Dağları’nda, Dharmapur inziva merkezinde ikimizin birlikte böyle bir çemberi tutmamız ve şifanın kanalı-kolaylaştırıcısı olmamız için davette bulundu. Beklediğim çağrı buydu.

Gezegenler bile terse giderken biz aşkta buluştuk, kalbimizle planladık, Yaradanın izni ve desteğini hissettik.

Erkek kardeşlerimizi derin dinlemeye, anlamaya, hissetmeye, bağışlamaya, bağışlanmaya, aşkın merkezine davet ediyoruz.

Bu çembere katılması gerektiğini hissettiğiniz eşinize, dostunuza, kardeşinize lütfen duyurun.

Üstümüze yapışmış ve kurumuş balçığı silkeleyip atmak kolay değil. Heryerimize batmış dikenleri tek başımıza teker teker çıkarmak kolay değil. Pek tabii mümkün ve herkesin kendine olan en önemli sorumluluğu bu temizlik.

Kader öyle ki şimdi bu kolaylaştırıcılık penceresi açıldı.

23-24-25-26-27 Aralık 2020, Dharmapur, Ak Dağ Etekleri, Yakaköy, Fethiye

Bütünün en yüksek hayrına olsun.




 

İlgileniyorsanız lütfen fb etkinlik sayfasını ziyaret edin.

Link:

https://www.facebook.com/events/376698626806499/?active_tab=discussion

 

 

 

 

 

Wednesday 7 October 2020

62. Buddha'nın kahkahası - Orta yol

 

 

12:26 Kutsal bir an. (Yazıya başladığım an)

Bir 11:11 ya da 12:21 değil. Ama 12:26 kendi olarak kutsal.

 

7 saniyelik bu videoyu gördüm. Sonra bir daha oynattım ve baktım. Sonra tekrar, tekrar, tekrar oynattım ve içine daldım. Gözlerim ilk olarak bilimsel bir deney görmüştü. Sonraki izleyişlerimde sezgilerimin açtığı kapılardan gelen hislerle içim titredi, gözlerim ıslandı, sonra güldüm.

Sanki Buddha’nın kahkahasını duymuştum.




video'yu izlemek için aşağıdaki linke tıklayın lütfen.

 https://www.facebook.com/katsutoshi.nakamura.1426/videos/1013721105743723


 

En düz, (en sert) olan yol deneyin sonucunda görüyoruz ki en hızlı yol değil; (en güzel, en mutlu, en başarılı yol değil.)

En eğri (en gevşek, en salınmış )yol da, yine sonuçta görüyoruz ki, en hızlı yol değil.

Orta eğrilikteki (orta esneklikteki) yol hedefe en hızlı, en kolay ulaştıran yol.

 

Bu fiziksel durumu aslında gemilerde çalıştığım yıllardan biliyordum. Dünya düz değil. Dolayısıyla okyanusları en hızlı şekilde aşmak için belli enlemlerin üstünde seyrederken büyük daire seyri ismini verdiğimiz yöntemi uygulardık. Rotamız bir düz çizgi değil de bu deneydeki gibi yay şeklinde olurdu.

Deneyden gözlerin gördüğü, mantığın aldığı fiziksel çıkarım bu kadar.

Ama alınabilecek değerlerin hepsi bukadar değil… Çok daha fazlası var...

Bu gün, bu yolları dünyada yaşayan insanlara benzettim.

 

Düz olan yol; ruhuyla bağlantısı zayıflamış, ego-zihnin gücüyle, kendince en mantıklı hayatı yaşayan insan tipi olsun.

Mesela onlara göre hala başarılı ve mutlu bir hayatın yolu, diplomadan, kariyerden, banka hesabından, lüks evden, yazlıktan, arabadan geçiyor olabilir. Bilim salt doğru yoldur diyor, arabasının içinde bile burnu kapalı maske takıyor olabilir. 2+2=4’ tür diyor, yalnızca gördüğüne inanıyor olabilir. Tek yol budur ya da şudur diye dayatıyor olabilir.

Bilmiyor ki gördüğü ve bildiğini sandığı,  görmediği ve sezemediği sonsuzluğun içinde sonsuzluk oranında küçük bir zerre. Bir bip… bir zırt…

Sol ve ya sağ, gelenekçi ya da modern, ulusalcı ve ya küreselci, müslüman, hristiyan ya da hindu, siyah-beyaz-sarı, ışığın ve ya karanlığın işçisi farketmeksizin, akıl sert, beden sert, yol sert olunca…

A’dan B’ye giden en kısa yol en düz yoldur diyor. Çok direniyor, gayret ediyor, kendisini ve temasta olduğu diğer herşeyi çok kasıyor, çok yoruyor hatta sonunda kendini bitiriyor, çevresini yokediyor.

 

Bak deneyin sonucuna kardeşim… bi de sen dene… 2+2= her zaman 4 etmez

 

 

En eğri, en gevşek olan yolun insanlarına bakalım. Onlar, hayatı çok ciddiye alanları  alaya alırken iyice gevşemiş durumdalar.

İster gitar teli ol ister insan, gergin olma koparsın, gevşek olma ses gelmez… (Buddha’nın kahkahası)

Bir kurtarıcıyı beklerken gevşeyenler var…

Doğru vakti, kutsal anı, ışık patlamasını beklerken gevşeyenler var…

Miras kalmasını ya da emekliliğe çıkmayı bekleyenler… Ruh eşinin ve ya erk hayvanının gelmesini bekleyenler… Beklerken harekete geçmeyi unutan insanlar

Ayakları yere değmeden yaşayan, böyle olunca ruhunun hediyelerini anlayamayan, kendini gerçekleştiremeyenler var.

Herşeyi oluruna bırakmış, dünya üzerindeki etki gücünü farkedememiş kimseler var.

Onlar dümdüz yolu yürüyenlere nazaran hedefe daha erken, varacaklar.

Çünkü bu gevşekliğin içindeki insanlar o sertliğin içindeki insanlara nazaran kendilerini dinlemeye daha meyilliler. Ki kendini dinleyenler sonunda hakikate yaklaşacak, orta yolu bulacaktır.

(Düz yoldaki acıya katlanmaktan yorulmuş olan bir çok kişi de, birden bire herşeyi yakıp yıkıp, trenin ray değiştirmesi gibi en gevşek yola kendilerini atabilirler. Örnekleri çok.)

 

Ve her halukarda, hangi yolu yürüdüysek yürüdük, aynı yerde, BİRLİKTE, AŞK’ta buluşacağız.

 

Bir de orta yol var. O yolu yürüyenler kendini bilmeyi seçmiş olanlar. Hayatlarının merkezinde bu seçim var. Kendini bilebilmek için edinilmiş kimliklerin, öğrenilmiş bilgilerin ve inançların dışına çıkıp özgür bakabilmeye başlıyorlar.

Herşeyin  geçiciliğine uyanan bilinçleri, zamanında bırakışları ve bağışlayıcılıkları ile onlar orta yolun esnek ve özgür adımlarıyla akar gibi ilerlerken, A’dan B’ye (Dünya okulunun ilk sınıfından son sınıfına) varıyor.

---

Hiç bir inanç orta yolu bulmadığın sürece dümdüz götürüşüyle seni mutlu sona ulaştırmaz. Orta yolu bulduğundaysa geriye inanç kalmaz, inanmana gerek kalmaz. Yalnızca Var olursun Yaradan’ın ışığında, sevgisinde, seni dünyaya yansıttığı halinle kabulde, şükranda, aşkta. (Yardana inançsızlık değil bu söylenen altını çizeyim. Tam tersi Yaradan aşkının ateşinde erimek hali.)

 

---

Salgın esnasında uçlardaki sertliklerde ve ya gevşekliklerde iddeaları-insanları duyduk.

Aradaki uçuruma bir bakalım. Hastalığın var olduğunu savunarak aşırı ve fanatik önlemler alarak başkalarının en doğal haklarına tecavüz edenler var.

Bir de hastalığın varolmadığını savunarak minimum önleme itibar etmeyen, başkalarının hayatlarını riske atanlar var.

Bu salgın meselesi öyle derin, öyle karmaşık ki basitçe var ya da yok demek anlamsız.

Bir bakıma yok: Çünkü durum elemental dengesini kaybetmiş dünya ve insan bedeninin arınma çabası.

Bir bakıma var: Bu arınma ölüm riski ve fiziksel semptomlar getirdi ve modern tıpta bunun adı hastalık.

(Bu konuyu daha detaylı anlattığım blog yazım burada:

http://journeyto-miracle.blogspot.com/2020/05/59-mikrop-havuzunda-yuzen-insanlgn-bir.html



Ben covid'i 4 ay kadar evvel  yaşadığıma inanıyorum. O süreçte hem enerjisel hem fiziksel olarak dinledim kendimi. (Test olmadım) 20 gün kadar süren bir halsizlik içine girdim. Ilk 1 hafta boyunca ateşim 37.5 civarındaydı. Öksürük yok denilecek kadar azdı.  Biraz boğaz ağrısı vardı. Kimseye bulaştırmamak için kendimi izole ettim. Farklıydı. Bunun bu güne kadar yaşadığım hiç bir hastalığa-arınışa benzemediğini bedenim biliyordu.

İlk 3 gün su orucu tuttum ve hiç yemek yemedim. (Bazen yaparım, arındırırım bedenimi; 1 hafta yapmışlığım vardır.)  Çatıda her gün güneşlendim, nefes aldım, meditasyon yaptım, bol su içtim, yaşadım,(Zaten öyle yapıyordum) . Onuncu gününden itibaren soğuk duş almaya başladım(Zaten yapardım). Hafif ama güçlü vegan-taze beslendim (Zaten hep öyle yapardım.)

Hastalığın hafif geçişi fiziksel seçimlerimin sonuçları gibi gözüküyorsa da başlı başına esnekleşen ve yumuşayan bilincimin bir sonucuydu. Ben onun içinden geçtim, o da benim içimden geçti. Hastalık bende tutabileceği-demirlenebileceği bir sertlik bulamadı. 

Hiç korkmayan, hiç bir duygusu olmayan biri değilim. Tam tersine çok duygusalım. Her türlü duyguyu yaşarım ama çabucak bırakır ve duyguların aldatıcılığından çıkarım. Fanatikçe inandığım, savunduğum, dayattığım bir fikir yoktur. Dinlemeyi de kabul etmeyi de bilirim. Hepsinden önemlisi ışığımı biliyorum. Bilincin yumuşaklığı, esnekliği budur. Yine de aynı hastalığı bir defa daha yaşarsam aynı mı olur bilemem. Çünkü bir insan dünyadan ayrılış zamanını ve şeklini bilemez. Işığımı bildiğim gibi altı üstü insan olduğumu da bilirim.


Evet bazıları hastalığı yaşıyor ve içinden geçip arkasına çıkamıyor. Bazıları bütün bir hayatını sert-dümdüz bir yol üstünde yaşadı. Kimlikleri, inançları, aklı, duyguları, organları tüm sertliğiyle hastalığın enerjisiyle düşmanca çarpışıyor ve kaybediyor ya da ağır hasarlı kalıyor.  Bunun sorumlusu hastalık değil. Bu güne dek kendini yumuşatmayı becerememiş olmasıdır. Yine de umutlu olmak gerek. Bilincin uyanışı ve yumuşayışı bazen mucizevi yollarla, mucizevi hızlarda gerçekleşir. Hastalığa dümdüz bir kafayla girip 10. Gününde esneyerek hayata bakış açısı değişerek çıkacak olanlar da vardır belki…

 

Şimdi durum böyle böyleyken, yani hastalığımız da şifamız da kendi seçimlerimizin bir sonucuyken, kendi hayatlarının değişim-dönüşüm sorumluluğunu yerine getiremeyen, panik halindeki bir toplum parçası fanatikçe dayatıyor her yerde maske takmayı.

Maske takalım. Birbirimize olan sevgi ve saygımızdan, karşı karşıya geldiysek, kapalı bir alandaysak, yüzyüzeysek, takalım. Bu süreyi minimum tutmaya gayret edelim. Çünkü gerçekten de uzun süre (ki kastım birkaç dakikadan fazlası) maske takmak bunaltıyor. Bunalıyorsan bedenin sana birşey dediği için: 

“Hey, oksijensiz kaldım!!! ÖLÜYORUM!!! NEFES LÜTFEN!!!!”  Bu bunalma bedeninin ölmeye başladığının sinyali.

George Floyd: “Nefes alamıyorum” dedikten sonra öldü.  Bu ses, bu son söz, kollektif bilinçteki sıkışmanın ve baskılarla dayatılan yavaş ve işkence dolu ölümün bir yansımasıydı.

 

Yaşamayı bilmemiş ve hala bilmeyen insanlar için ben niye öleyim?

Maske takmamın zorunlu olduğu bütün anları  kısa tutuyorum. O anları da kendimin, atalarımın, kollektif olarak tüm insanlığın karması olarak kabul ediyor ve takıntı yapmıyorum. Sosyal strese sebep olmamak adına bazen maskemi burnumun altına kadar takarak anı geçiştirdiğim yerler de oluyor. Ve benimle aynı hissettiğini bildiğim dostumla ve ya annemle, babamla, kardeşimle maskesiz sarılabilirim.  Onlarla karşılaştığımızda, birbirimizin gözlerine baktığımızda, ikimizin de kalbinden aynı ses geliyorsa çekim çok büyük oluyor. O sarılmanın değeri o kadar büyük ki hastalık ve hatta ölüm bile alınabilecek bir risk. Akıl bunu sorgulayamadan vicdanın ve sevginin gücüyle oluveriyor. 

Benim kendi hayatımdaki yetkim vicdanımdan geliyor.  


Geçenlerde bir gerçek hikaye çıktı karşıma, okudum. Doktor bir kız kardeşimiz aylarca ailesini ziyarete gitmemiş onlara zarar getirmekten korktuğu için. Sonunda babası hastalığa yakalanarak yoğun bakıma getirilmiş. Ve o kardeşimiz, “keşke gitseymişim, keşke ziyaret etseymişim” dedi. İnşallah baba kızın bütünün hayrına daha güzel günleri olsun birlikte.    

Her an bir risk var bedenden çıkıp gidivermek için. Yıldırım düşer, saksı düşer, araba çarpar, elektrik çarpar, içtiği su yanlış yere gider, uykusunda sessizce gider vs… İnsan olabilmek ve bu dünyada dolu dolu yaşayabilmek riskleri kabul edebilmeyi ve dayatılan önlemleri değil, vicdanın gerektirdiği önlemleri gerektiğinde alarak yaşayabilmeyi gerektirir. Ne riskleri reddetmek ve önemsememek, ne de onları çılgın bir panik sebebi yapıp  hayatı kendine ve çevresine dar etmek iyi.

Bir emniyet kemeri ya da doğru anda-doğru yerde, doğru şekilde giyilen maske hayat kurtarabilir belki. Ama emniyet kemerini üstüne dolayıp sokakta yürümek, ya da maskeyle koşuya çıkmak başka birşey…

Orta yol gerek… Ruhumuz bize işaret ediyor orta yolu. Orta yol aklın ve kalbin birleştiği noktada, vicdan’ın tam ortasında.

Eğer sürekli maske takmak zorunda olduğum bir işte çalışıyor olsaydım. Çoluğumu çocuğumu toplar bir çadır alır doğaya çıkardım. Doğada hayatta kalma çabası daha orta yol bir seçim gelirdi bana. Nefes alamadığımız her an bu hayatı yaşamaya hakkımız olmadığını kabul etmiş oluyoruz. (Evet maskeliyken alınan nefes nefes değil. Bir süre sonra kendi karbondiyoksitinde zehirleniyor insan.) 

Tabii ki her birimiz, tekrar altını çizelim, geçmiş tüm seçimlerimizin sonucunu yaşıyoruz. Belki kimimizin hikayesi (karması)  o maskeyi takarak hizmet ediyor olmamamızı gerektirebilir. Ve belki bu fedakarca hizmetimiz geçmişte acıttığımız, maddi manevi zararlar verdiğimiz ruhlardan af dileyişimiz olabilir. Bir bağışlayıcılık doğurabilir.(Geçmiş derken birçok reankarnasyondan bahsediyorum)  

Ve bazı fedakarca çalışan varlıklar da dünyanın bu geçiş evresinde yardım eli olmak üzere enkarne olmuş meleksi varlıklar olabilir.

Yani kimi karmasının gölgesinden, kimi ışığının parlaklığından bu roldeki bir hayata gelmiştir. Her halukarda, varlıklarına ve ruhlarına şükran.

---

Şimdi, düz yolun sert adımlarını yürüyen insanlar çok korkuyorlar. Çünkü güvene geldikleri her türlü tıp-ekonomik-siyasi-dini-eğitim öğretim vb. sistemler çürüme ve dökülme halinde.

Başka bir eğitim mümkün

Başka bir ekonomi

Başka bir yönetim

Başka bir bilim anlayışı

Başka bir ruhani bakış mümkün.

Ruhani hakikatin –yani Bir oluşumuz anlayışının, artık  hayatın her alanına demirlenmesi gerek.

Sınırların olmadığı bir dünya hayatı olacaksa geleceğimizde, küreselci mafyanın hayal ettiği gibi olmamalı.

Küreselci mafya biz uyanıştaki insanların hayallerini biliyor ve onu kullanarak gelin birleşelim, bir dünya olalım, bir ekonomi olalım, bir yönetim olalım… alın bu aşı da kimlik kartınız olsun diyor. Onların birlik anlayışı Ai işletimli bir süper bilgisayara bağlanmış, diledikleri gibi yönetebilecekleri bir dünya topluluğu.  Onların birliği efendi-köle ilişkisi. Bizim hayalimizdeki –gerçekleştirmek üzere dünyaya geldiğimiz birlik ise İlahi aşk.

O kötü planları bozansa gün be gün kendini bulmaya, bilmeye yönelen insanların çoğalması.

Birlik bilincine yükselebilmem için önce Ben’i bilmem gerek. Kendini bilmeyen Aşkın birliğini bilemez.Kendini bilen sonra kabilesini bilir. Sonra ulusunu bilir, Sonra tüm dünya ailesini bilir, sonra galaktik ve evrensel ailesini bilir.  Birliğe çıkan yol Ben kapısından başlar BEN kapısından çıkar. Birliğe yükselişimizden önce son bir öz biliş, ulus biliş, dünya biliş, evren biliş sınavımız var.

Özümüzü bilirsek nasıl bir liderlik istediğimizi de bilir ve tam vaktinde toplumca ve dünyaca bu değişimi yaratır hepberaber cennet dünyanın liderleri oluruz. Güvenim tamdır ilahi planın akışına. Kalbimin penceresinden gördüğüm gelecek budur.

Böylesine büyük çapta sorunlara ne faydam olur deyip bekleyelim mi?

Saat 11:11 geçmiş.

12:12' de geçmiş

12:21’de geçmiş…

Saaat 12:26. Bir dahaki 11:11’e dek bekleyelim mi?

 

Hayır! Bu an, kutsal an. Birliğin dünyasını yaratabilmemiz için herbirimize verilmiş değerler, güçler, yetenekler var. Kimimiz aşçı, kimimiz terzi, kimimiz bilim insanı, kimimiz ruhani yol gösterici, kimimiz komedyen… Aşk ile coşalım, kendiminizi daha fazla beklemeden gerçekleştirelim. O kutsal an bu an..Yaradan ilahi sanatçı ve biz onun ilahi renkleriyiz. Bizden harika bir Cennet eseri yaratıyor.

Ve oldu bile şükürler olsun.

---

Beklemeyen ve orta yolda buluşup yürüyen kadınlarla tanıştım kısa süre önce. Liderleri yaklaşık 20 sene önce, ben başka bir benken tanıştığım Şaylan Yılmaz. 

Eşim Yuuka’nın da katıldığı 19 kadın birlikte 7 gün yaklaşık 120 km yol yürüdü Troy kültür rotasında. Bir de Işık isminde bebekleri vardı. Işığı alıp, dağ tepe aşıp, davullar çalıp, bütünün şifası için seremoniler yaptılar. Ayakları yaralandı, acımış duygularından göz yaşları aktı, yorgunluktan bittiler ama durmadılar, beklemediler, yürüdüler. Çünkü ruhlarından gelen böyle geldi ve onlar ruhlarını onurlandırdılar.



----


Biz İzmir'deyiz. Yuuka ile ortak verdiğimiz şifa seansını almak için ve ya uzaktan görü rehberlik ve şifa seansımdan faydalanmak için email ile seslenmeniz yeterli.

strongwings121212@gmail.com 


---

Salgın sürecinde yazdığım birkaç yazının kolaydan linklerini de şöyle bırakayım:

Bu fırtınadan nasıl çıkarız? : http://journeyto-miracle.blogspot.com/2020/03/57-bu-frtnadan-nasl-ckarz.html

Öfkeliyim çok şükür: http://journeyto-miracle.blogspot.com/2020/05/58-ofkeliyim-cok-sukur.html

Mikrop havuzunda yüzen insanlığın bir mikropla sınavı: http://journeyto-miracle.blogspot.com/2020/05/59-mikrop-havuzunda-yuzen-insanlgn-bir.html

Perde bir kere daha aralandı (Galaktik bağlantı): http://journeyto-miracle.blogspot.com/2020/07/61-perde-bir-kere-daha-kalkt-galaktik.html


Aşk ile

Wednesday 1 July 2020

61. Perde bir kere daha aralandı - Galaktik bağlantı








   Başka gezegenlerden, yıldızlardan, galaksilerden gelmiş aşk ile titreşen, bütünün hayrını gözeten, hizmet halinde varlıklar var çok yakınımızda. Adeta ince bir perdenin arkasındalar. Tabi perdenin ne kadar ince ya da kalın olduğu kişinin bilinç frekansına bakar. Bu güne kadar bazen meditasyonlarımda, bazen seremonilerde, vizyonlarımda, bazen uyku halinde ya da yıldızlı gökyüzünü seyrederken,  onları ararken ya da aramazken aradaki içsel perde aralanıverdi ve onlarla karşılaştım. Her bir seferinde içim mutlulukla, sevgiyle, güçle dolup taştı. Kutlama hissi yükseldi. Bazen uyanmak istemediğim bir gece rüyasında birlikteliğimizin mutluluğunda, bedenim yattığım yerde saatlerce hazla dansetti. Uyandığımda bile gözlerimden, tenimden ışık fışkırdığını gördüm, yaşadım. Ruhani bir hazzın mutluluğunu tatmamış bir kişi bunu anlayamaz.

Bazılarıysa belki bu satırları okurken unutulmuş  öylesi bir deneyimi hatırlamaya başlar.

Herdefasında deneyimlerimi yazarak paylaştım ki duyması görmesi gerekenler kimlerse onlara ulaşsın. Bu anlatımlar duyumsadığım içsel bir sorumluluğun ve görevin sonucu. 

Yalnız olmadığımızın, görünen ve görünmeyen tüm ferdleriyle bir yükseliş ailesi olduğumuzun hatırlatılması motivasyonumuzu yükseltiyor, destek oluyor, güç ve cesaret veriyor.

Dün gece perde yine aralandı.

Bir kaç gün önce bir sabah mandala boyama arzusuyla uyandım. O gün kırtasiyeden mandala kitabı ve boyalar aldım. Aralarından bir tanesini güçlü bir çekim gücü sayesinde seçtim ve 2 gün boyunca yavaş yavaş boyadım.Dün Gece Yuuka ve Maya uyurlarken mandalayı boyamayı tamamladım.

İçime doğanları onurlandırarak o gün aldığım organik bal mumundan yapılmış mumu yaktım. Mandalayı yatırıp üzerine 17 kristalden oluşan bir ağ kurdum. Kristal ağ anında aktive oldu. Bağlantım, merkezlenmem ve topraklanmam çok güçlüydü. Akan enerji çok güçlüydü. İçimde bir biliş doğdu ki, geldiler. Galaktik ışık hizmetlisi bir gurup-aile geldiler. Vizyonumda altın sarısı bir kapı açıldı. En önde bir kadın gibi hissedilen, altın saçlı varlık vardı. Kollarını açtığında içinden vizyonuma ve odaya indigo ışık aktı. Odanın çerçeveleri, tavanı, tabanı fiziksel olarak çatırdadı. Tüm bedenim o tanıdık hazla titreşiyordu, bıraktım bedenimi serbest ve dansettim. Parmaklarım, ellerim ve bedenim ince hareketlerle kıvrılıyordu. Bir mesaj beklentim yoktu; "An-Deneyim-Yolculuk" bilgi paketi topraklandı. Sonra birden aklıma telefonumdaki magnetometre geldi - ya da hatırlatıldı; (bir alanın manyetik enerjisini ölçmeye yarıyan araç).   Gözlerimi açıp vizyonlardan çıktım. Telefonu bulup magnetometreyi çalıştırdım.

Paranormal aktivite alanlarını tespit ettiğinde verdiği alarmı veriyordu. (Bu çok ender olur.) Aletin ölçebileceği magnetik alan gücü çerçevesi 0-120 μT olmasına rağmen 139 μT gücünde bir manyetik alan oluştuğu görünüyordu. Ölçüm kapasitesinin üstünde bir sayıyı nasıl gösteriyordu?  İndigo ışığın odayı bir kubbe gibi içine aldığını gözümü her kapayışımda görüyordum. Odanın içinde yüzer gibi hissediyordum.  Mantetik enerjiyi ölçerek odanın içinde yürüdüm, yürüdüm ve mutfaktan içeri girdiğim anda o güçlü enerji alanından çıktığımı farkettim. İndigo kubbe adeta çökmüştü. Çünkü ben onun merkezindeki sütundum-kanaldım. Ve çok fazla hareket ederek alanın dışına çıkmıştım. Magnetometre anında 40 μT seviyesine düştü. Odaya geri dönüp, az önce meditasyon yaptığım yere geri oturdum. Bağlantı düşmüştü. Artık içsel olarak o güçlü bağlantı hissi olmadığı gibi fiziksel olarak da manyetik alan ölçümü düşüktü.

Bildim ki amacına da ulaşmıştı. Geriye yalnızca mutluluk ve şükran hisleri kalmıştı.

Gidip Yuuka’nın yanına uzandım. Uykulu haliyle şöyle dedi: “Az önce çok yüksek bir enerji geldi. Uyku-uyanıklık arasında haz içindeydim”  

(Meditasyon yaptığım yer duvar kenarındaydı ve Yuuka duvarın hemen arkasında uyuyordu)


An’dan an’a, geçtiğimiz her oluşu-olayı-hali deneyimleyerek bir bilinç-ışık koridorunun düşük frekanslarından yüksek frekanslarına doğru sürekli bir akış-yolculuk halindeyiz. 

Yolculuğun yasası sürekli değişim. Bunu anlayan ve değişebilen üstadlar süzülerek ilerliyorlar. Biz insanlarsa içinde bulunduğumuz bu akışa-yolculuğa günden güne uyanıp teslim oluyor, şimdi kutsal insan’a doğru değişiyor, evriliyor, yükseliyoruz. 

Yol ve yolculuğumuz boyu, görünen ve görünmeyen yardımlarıyla bir çok ruh çevremizde hizmet halinde. Onlar bu ruhani evrim yolunun, içinde bulunduğumuz erken sayılacak evrelerini, bizden çok evvel geçmiş, evren okulunun büyük abi ve ablaları. 

Sesleniyorlar: “Hey! yol burada, senin içinde. Sana uzanan yardım elimiz burada senin içinde. Sana verdiğimiz ipuçları, ilhamlar, işaretler, burada senin içinde…Dışarıda aradığın sevgi, kabul, güç burada, senin içinde. Dışarıda aradığın yol haritasını bırak, yol ve yolcu bir. Hepsi içerde, Gel.”




Not: Dünyanın manyetik enerjisi normalde 25-65 μT arasında. Wifi, mikrodalga fırın gibi aletlerin yanında manyetik alan 80 μT’e varabiliyor. Bulunduğum yer doğanın içinde bir ev ve çalışan tek teknolojik araç 3G internetli telefonumdu.

                           Enerji alanı aktifken 137 μT      Enerji alanı kapandığında 47 μT

Dışarıda aradığın yol haritasını bırak, yol ve yolcu bir. Hepsi içerde, Gel.



---

Bu fırsatta duyurup hatırlatmak istiyorum. 2020 toplu meditasyon takvimimiz var. Dünyanın her herinden binlerce insan aynı vakitte aynı niyetle gözlerini kapatıp Cenneti dünyaya demirliyor, Cennet dünyayı yaratıyorlar.
 Meditasyonlar hep Türkiye saatiyle 19:00'da.


22 Mayıs
5 Haziran
21 Haziran
4 Temmuz
3 Ağustos
18 ağustos
2 Eylül
17 Eylül
1 Ekim
16 Ekim
31 Ekim
15 Kasım
30 Kasım
14 Aralık
29 Aralık

Ama ne zaman müsait olursanız, ne zaman doğru vakit olduğunu hissederseniz gözlerinizi kapatıp bu meditasyonların enerjisine bağlanabilirsiniz. Yani asla geç kalmış sayılmazsınız.

Meditasyon için sesli rehberliğe ihtiyacınız olursa doldurduğum bu ses kaydını dinleyerek meditasyon yapabilirsiniz:

:

Ya da meditasyonla ilgili talimat-bilgileri okumak isterseniz fb sayfasını ziyaret edebilirsiniz: 


Ve ya hiç bir yardım ve talimata ihtiyaç duymadan kendi yol ve yordamınızla meditasyona katılabilirsiniz.
Yeterki niyetlerimiz bir olsun:

"Barış, huzur ve sevginin dünyasının, birliğin dünyasının yaratılması için dünyaya gelen Yaradanın bilinç yükselten ışıklarına temiz bir kanal olmaya niyet ediyorum. Alemlerin Yaradanı sana teslim oluyorum.

(Bazen insanlar böyle bir meditasyona katılırken enerjetik bir koruma kalkanı yapmalı mıyım diye soruyorlar:
Onlara cevabım: Samimiyetle Yaradana teslim oluyorsanız buna ihtiyacınız yok. Teslimiyetle ilgili probleminiz varsa ve kendinizi korumaya alma ihtiyacındaysanız o zaman birliğe eriyemiyorsunuz. Olsun. Herşeyin ilahi bir vakti var. Bir an gelecek böyle bir korumaya artık ihtiyaç duymayacaksanız. Hala ihtiyaç duyuyorsanız o zaman Yaradanın mavi ışığını etrafınıza bir kalkan gibi sarıldığını hayal ederek enerjetik bir koruma sağlayabilirsiniz.)

---


5 Temmuz 18:00 da Yuuka ve Maya ile birlikte Mersin'de bir portakal bahçesinde ses ile şifa çemberi düzenleyip çemberin sonunda toplu meditasyona katılmaya niyet edeceğiz. Orada fiziksel olarak bizimle birlikte olmak isterseniz lütfen Kayra Gelişim'i arayın . (0324 237 44 13 - 507 365 65 15
kayra@kayragelisim.com)

-----------

Mısır'da Luxor treninde gerçekleşen bağlantıdaki enerjinin aynısıydı...

https://www.youtube.com/watch?time_continue=93&v=hyjYyEKCOfg&feature=emb_logo