Sunday 1 November 2020

63. İnsanın acısı

63. İNSANIN ACISI


Egonun ve eril dişi enerji dengesizliğinin yarattığı acılardan bahsedip gönlümden bildiğim ve benimde yürümeye gayret ettiğim “çıkış yolunu” işaret ettiğim bu yazıyı yayınlamaya hazırladığım gün İzmir’de deprem oldu. Canlar uçtu gitti. Büyük acı doğdu. Dinledim, dinliyorum, dinliyoruz, hissediyoruz kollektif acıyı.

Yardım diliyorum Yaratan’dan; acımızı kabul edip, daha fazla sevgiye dönüştürebilmemizde elimizi tutsun diye.

İnsanın acısının özü-kaynağı hep aynı olmakla birlikte, yas konusunu ayrı bir yere koyarak, ona hassas yaklaşmak, daha yumuşak bir şekilde ele almak ve başka bir blogda ilgili yazmak istiyorum.

Bu insanın kendini gerçekleştiremeyişinin acısı ve çözümüne dair bir yazı.


Bu yazının okuyucularına minik bir tavsiye:

Okuyacağınız her satır o anda uzay boşluğunda yapayalnızmış gibi gelebilir. Okudukça her birinin büyük bir resmin parçaları olduğunu sezmeye başlayabilirsiniz ve sonuna geldiğinizde ise belki büyük bir konunun ufak bir özeti tamamlanmış olur. Ya da hala uzay boşluğundadır bütün bir yazı…

Sabırla, yavaşça, hissederek, duraksayarak, kendinizi dinleyerek, kendi ve tanıdıklarınızın hayatlarındaki ya da toplumdaki dokunulan noktaları anlayarak okumanızı tavsiye ederim.

Bütüne şifa olsun. 

 +++




Kadın ve erkek fark etmeksizin her birimizin varlığında Yüce Yaratan’ın dişi ve eril enerjileri var. Pek tabii onun bir cinsiyeti yok, kendi içinde bir ayrılığı da yok. O sonsuz ve bir olan.Yaratım bir ayrılık rüyası. Bizler o rüyanın parçacıklarıyız ve içimizde hissettiğimiz-varmışçasına kabul ederek konuşacağımız, eril – dişi ayrılık, yaratım rüyasının gereği.

Eril ve dişi enerjimiz birbiriyle uyum içinde dans ettiğinde içimizde aşk var ve içimizdeki aşk realitemize huzur, merhamet, bağışlayıcılık, koşulsuz sevgi olarak yansıyor.

Eril ve dişi enerjimiz birbiriyle savaş halindeyken, içimizde acı var ve o zaman içimizdeki acı realitemize, teslim olamamak, bırakamamak, kontrolcülük, öfke, nefret, şiddet, yokedicilik olarak yansıyor.

Bu iki enerjinin denge kontrolü ya ego merkezinde (zihinde) ya da ruh-farkındalık merkezinde (kalpte) olur.

Ego, birçok enkarnasyon boyunca yaşadığımız tüm hikayelerin sonucunda vardığımız kimlik - kişilik hali.

Ruh farkındalığı ise ego merkezindeki deneyimlerimiz boyu, yaşadığımız sayısız acılar sonunda bulduğumuz ve bulmakla hala meşgul olduğumuz ruh bağlantısı.

Tamamen ego merkezli bir yaşamda varlığımızdaki eril ve dişil enerjiler dengesiz ve yaşadığımız realiteler acı dolu oluyor.

Kalp merkezli bir yaşamda eril ve dişil enerjiler uyumlu, yaşadığımız hayat duyulabilecek her türlü maddi manevi acıya rağmen sonunda daimi mutluluğa evriliyor.

 

İşte mesele bu; kutsal insan olmak ya da olamamak.

Kadının ve erkeğin kutsal insan olma yolunda sınavları farklılık gösteriyorsa da, yanılmayalım; birçok hayat (reenkarnasyon) yaşamış varlıklar olarak hepimiz bu sınavların hepsinden geçtik ve geçiyoruz.

Sınavlarımız şimdi cinsiyetlerimizin farkından ötürü değişikmiş gibi gözükse de, resmin büyüğüne bakıldığında ortak olduğunu anlıyoruz. Hem kadın hem erkek olmayı defalarca deneyimlemiş cinsiyeti olmayan ruh parçaları olarak, her kadın oluşumuzda bilinçsiz bir dünya toplumunda kadın olmaya has zorlukları deneyimledik. Erkek oluşlarımızda ise bilinçsiz bir dünya toplumunda erkek olmanın kendine has zorluklarını deneyimledik.

Bazı yazılarımda kadınların acılarına daha çok değindiysem bu, içinde yaşadığımız coğrafya ve zamanda onların acıları en görünür ve hissedilir durumda olduğu içindir. Erkeğin de kendine has acıları, zorlukları var ve onlar da konuşulsun, ortaya çıkarılsın, anlaşılsın, çözümlensin, ışığa yükseltilsin ister. Yazıyı bu amaca hizmet etmesi niyetiyle kaleme almaya başlamıştım ki çok geçmeden anladım; bu, insan olmanın acısını anlamadan ve anlatmadan mümkün değil.

 

İnsan ve acısı…

İçine daldığımız bu dünya deneyimi kim olduğumuzu bilmemekle başlar. Kim olduğunu bilmeyen ve kendini tamamen fizikselliğiyle kimliklendiren insan, deneme yanılma, düşme kalkma, acıma, acıtma, acıtılma, sevme, sevilme ve sayısız deneyimler sonunda sayısız kimlikler geliştirdikten sonra,  hakikate dair bir uyanış yaşar. (Hakikat: kendisinin bütün bu kimliklerden özgür ve bağımsız bir Tanrı zerreceği olduğunun sezgisidir)

O uyanış vuku bulana dek varlığı kirlerle ağırlaşmıştır.

Bu evrimsel yolculuk boyunca insan, varlığında kalan kirler nelerse; bencillik, kontrolcülük, kibir, maddesel arzular vb., onları kendisine gösterecek koşullara, ailelere, toplumlara reankarne olmuştur. Çünkü içeride ne varsa dışarıda da o gözükür olmalıdır. Olmaya geldikleri o yol gösterici, dönüştürücü, şifacı, destekleyici kutsal insan ancak varlıklarında kalan kirlerin ışığa dönüştürülmesinde belli bir derece yol aldıktan sonra ortaya çıkar.

 

Kir olarak nitelediğim bencillik, kontrolcülük, kibir, kıskançlık gibi negatif kişilik değerleri (kısaca ego), kişinin duygusal yaralarını görmemek için yarattığı saklayıcı ve koruyucu bir duvardır. Örneğin; çocukluğunda (ve/veya geçmiş yaşamlarında) umursanmamış bir insan, varlığında saklı kalmış acıyı görmemek uğruna,  umursamaz insanlar tarafından incitilmemek adına, umursamaz bir karaktere dönüşebilir. Aynı şekilde, sevgi görmemiş bir insan bu acıyı saklayabilmek için sevgi vermeyen birine dönüşebilir. Aşağılanmış biri aşağılayan, yukarıdan bakan biri haline dönüşebilir. Çocukluğunda işkenceye maruz kalmış biri büyüdüğünde katil olabilir. Bütün bu hallerde, zihin merkezli yaşayan bir kişi güçlü olmak veya güçlü gözükmek adına varlığındaki eril enerjiyi arttırmış dişi enerjiyi bastırmış, susturmuştur. Yani dişiye ilk darbe içerde vurulmuştur. (Böyle olmayadabilirdi. Kalp merkezine ve vicdanına arada bir bile olsa uğrayan bir kişi, acısıyla bir nebze olsun yüzleşip, ilgili varlıkları ve kendisini bir dereceye kadar bağışlayarak ışığa çıkarmayı seçerdi ve böylece dişi enerjisini bu derece bastırmasına gerek olmazdı. Yine de eril enerjisinin dişi enerjisine oranla bir nebze bile daha baskın olmasının kendine has zorluklarını tadardı.)

Bir de eril enerjinin bastırılıp dişi enerjinin yükseltildiği birkaç örneğe bakalım.

Çocukluğunda çok fazla gayretli olmaya itilmiş, belki başkalarıyla yarıştırılmış bir çocuk büyüdüğünde gayretsiz, amaçsız birine dönüşebilir. Çocukluğunda çok erken yaşta sorumluluk altına sokulmuş biri büyüdüğünde sorumsuz bir insana dönüşebilir. Nefret ettiği bir ebeveynin fiziksel konulardaki yetenekliliğini, atılganlığını görüp, yeteneksiz, pasif bir karaktere dönüşebilir. Çocukluğunda annesine şiddet uygulayan babasını görmüş bir çocuk, erkeğin gücünün bir lanet olduğunu düşündüyse, güçlü olmamak adına gücünü saklayıp, aşırı korkan, kararsız, endişeli bir yetişkin erkeğe dönüşebilir. (Tersi de olabilir)  Bu örneklerde bahsettiğimiz kişiler gücünden kaçınmak adına dişi enerjisini yükseltip eril enerjisini susturmuştur. (Böyle de olmayabilirdi. Kişi acısıyla yüzleşip onu ve ilgili varlıkları ve kendini bağışlayarak ışığa çıkarmayı seçebilseydi, eril enerjisini bastırmasına gerek kalmazdı.)

 

İster içimizdeki eril enerji bastırılmış olsun ister dişi enerji bastırılmış olsun, denge ister az ister çok bozulmuş olsun, her halde zorluk ve acı var; dengesiz bir yaşam var; ruhtan gelen istekleri fiziksel realite olarak gerçekleştirmede aksaklıklar, zorluklar var. Buna kendini gerçekleştirememek diyebiliriz.

Ruhtan gelen en hayırlı planları, realiteye dönüştürecek olan varlığın, içsel denge halinde olması gerekir. Dengenin az ya da çok bozuk olması ruhun istediği hayırlı sonuçların az ya da çok bozulmasına yol açar. (Yine de olan her şey, herşeyi bilen Yaratan’ın sonsuz planı dahilindedir ve hata yoktur. O düzelticilerin düzelticisi, o her şeyi kendine döndüren…)

Eril enerjisi bastırılmış ve bu konuda şifalanma kapılarını kapatmış bir insan hayatının her anında uygulaması gereken gayreti, sorumluluğu, hareketliliği, kararlılığı, merkezliliği uygulayamaz. Böylece realitelere gebe olacak dünya rahmini tohumlayamaz.

(İlahi eril enerji insanın merkez kanalından aşağıya doğru akar ve bedeninden çıkıp toprağa girer; toprağın kalp-rahmine kadar iner. O ilahi enerji, ruhun yaratmak istediği realitelerin enerjisel  tohumlarını (planlarını) taşımaktadır. Bu tohumlar yeryüzünün kalp-rahminde ekilir (demirlenir).  

İnsanın varlığındaki eril enerji bastırıldıysa merkez kanaldan bir realite yaratmaya yetecek kadar enerji aşağıya inemez, inen enerji de dünyanın kalp-rahmine kadar inemez. (Kök çakrasından çıkan enerjinin dünyanın merkezine kadar inememesi; yeryüzünün birkaç metre derinliğine kadar inebilmesi durumu.)

Dişi enerjisi bastırılmış ve bu konuda şifalanma kapılarını kapatmış bir insan hayatının her anında uygulamaya ihtiyacı olan teslimiyeti, kabulü, doğurma gücünü, akışını, esnekliğini, ilahi dansını, tevazuyu uygulayamaz. Böylece, dünyanın kalp-rahmine ekilmiş realiteler yaratmaya kadir olan o gücü, dünyanın rahminden kendi rahmine, oradan kalbine ve oradan taç çakrasına ve oradan da evrenin merkezine yükseltemez ve doğuramaz.

(İlahi dişi enerji dünyanın merkezinden insanın ayak tabanlarına, kök çakrasına ve sonra oradan taç çakrasına kadar merkez kanalın etrafında yılan gibi dolanarak iki kanal halinde, aşağıdan yukarıya doğru hareket eder.)

Evrenin merkezinden insanın merkezine ve oradan dünyanın kalp-rahmine kadar inen yaratıcı eril enerji, yaratıcı dişi enerji olarak dünyanın kalp-rahminden insanın merkezine ve insanın merkezinden evrenin merkezine doğru yükseldiğinde bir yaratım geometrisi tamamlanarak insan aurasında ruhtan gelen arzuların gerçekleştirici güç ve yetenekleri aktive edilir. Aktive edilen sadece kişinin aurası değil aynı zamanda dünyanın ve kolektif bilincin aurasındaki yaratım unsurlarıdır. Bu güç, Yaradan’ın bizlere kendinden bağışladığı yaratım gücüdür. Bu yaratım gücü aktive olduğunda, yaratılacak realitenin gereği olan tüm araçlar, insanlar, olaylar, koşullar, hızlıca dünyayı ve tüm elementleri kullanarak  bir akış gibi oluşur ve adeta kişinin ayaklarının altına serilir. 





Bu yaratım gücünü aktive etmemize ve kullanmamıza mani olan duygusal ve zihinsel acılarla yaratılmış olan ego kimliklerimizin ağırlığı ve bozulmuş olan eril-dişil dengemizdir..

Tanrısal yaratıcılığımızın geometrisi aktive olmadığında ise ( hayatımızın büyük bölümü ) ego varlığımızın geometrisi aktiftir ve bilinçsiz yaratımlarımız varlığımızda gerçek bir tatmin bırakmaz;  hep eksik hissederiz, hep rahatsız, hep acıda. 

İnsan duygusal acılarıyla yüzleşmekten kaçınır ve böylece kendisine yabancılaşır. Olmadığı bir şeyin rolüne bürünür ve zaten her yönüyle aldatıcı olan dünya hayatında kendini en büyük aldatan olur.

Dünya hayatı her insan varlığının okuludur. Geçmişinin olayları ve duygusal kalıntılarıyla yüzleşen, geçmişiyle ilintili varlıkları, olayları ve kendini bağışlayıp bırakan insan özgürleşir. Böylece uzun süreler, belki de hayatlar boyu sahiplendiği gerçek olmayan kimliklerini birbir bırakır, ruh farkındalığına doğru adım adım yaklaşır.

 

Her bir insanın realitenin aynasında görebilecekleri sonsuzca birbirinden farklıysa da bu paradigma değişim evresinde, dönüştürücü rolünde gelen erkeklerin ve kadınların bazı zorlukları, acıları, sınavları birbirine benzer olmuştur.

Şimdi yazacaklarım erkek kardeşlerimeymiş gibi gözükse de yine hepimize.

Hepimizin ortak anlayışını, kutsamasını, şifasını diliyorum içlerimizdeki incinmiş, kırılmış, bozulmuş olan erile ve dünyadaki tüm erkeklere.

Erkekler, pek tabii kendilerini birdenbire ataerkil bir aile ve toplumda bulmadılar. Bu geçmiş seçimlerinin adım adım onları getirdiği son bir duraktı. (Geçmiş= birçok reenkarnasyon)

Çoğunlukla büyük bir mutluluk ve coşkuyla karşılandı dünyaya gelişleri.

“ Duyduk duymadık demeyin, bir oğlum olduuuuuu…”

Bir kralın ya da kasabın, bir çiftçinin ya da terzinin oğlu olduğunuz farketmeksizin karmanız aksini gerektirmedikçe dünyaya gelişiniz kutsamalar ve kutlamalarla olmuştur. 

Büyürken; adam ol, erkek ol, ağlama, vur, aslanım benim, var mı senden güçlüsü, kral oğlum benim…

Kadınların erkeklerden zayıf olduğu inancı...

Çocukluğunda gözleri önünde vuku bulan kadına şiddet…

Erkeğin hayattaki tek amacı sanki savaşçı, lider, yönetici olmakmış gibi bir eğitim…

Hassas ve güzel olan şeylere ilgi gösteren erkek çocuklarının kadın gibi olmakla eleştirilerek utandırılması…

Müzikle ilgilenen çocuklara: “Çalgıcı mı olucan sen? Evlenemezsin büyüdüğünde,  sen iyisimi mühendis ol…”

Sigaranın ve alkolün erkeği karizmatik kıldığı görüntüsünün sürekli aşılanması…

Her istediği önüne annesi tarafından sunulan ve kendi işini başarmayı bilmeyen, çocukluğundan itibaren insan kullanmak kendisine öğretilmiş erkekler…

Bir de evin otoritesi olan (eril enerjisi baskın) olan kadınların oğulları var. Annesinin dizinden ayrılamayan,  evlense bile annesinin kendisini ve ailesini yönetmesine müsaade eden yetişkin erkekler…

Anne ve erkek çocuk bağımlılığı…

Eşini, sevgilisini, sahip olduğu bir madde zanneden erkek…

Taştan, topraktan, havadan sudan, hayvandan, bitkiden, kadından, çocuklardan, hemcinslerinden, hiçbirşeyden izin almayı bilmeyen ve hakkı olmayan alanlara giren, istilacı erkek…

Duygularına kör erkek…

Çocuğuna, eşine ve hiçbir varlığa karşı sevgi ifade edemeyen erkek…

Vicdanını duyamayan duysa bile af dileyemeyen erkek…

Evrenin gizemine gülen, şüpheci, realist erkek…

Nasıl yetişkin erkek olunacağını bilmeyen kaba-bencil-utanmaz-kontrolcü eğitimsiz bir çocuk gibi kalmış olan erkek...

(Söz ettiğim önce içsel eğitim, sonra anne baba eğitimi)

 

Bu erkeklerin arasında varlığındaki kutsal erili ve dişiyi uyandırmaya, şifalandırmaya, yükseltmeye ve dünyanın büyük dönüşümünde hayırlı bir rol oynamaya gelmiş olan erkekler de var...

Merhameti, sevgiyi, şefkati, anlayışı, tevazuyu, adaleti, öz gururu, sorumluluğu, farkındalığı ifade etme niyetiyle enkarne olmuş erkek cinsiyetindeki yüksek bilinçli varlıklar, katı-egoist-eril toplumun içinde çok zorlandılar. Başarmaları gereken şey bir çiçeğin kurumuş sert toprağı delip ortaya çıkması kadar zordu.

Erkek çocuğu erkek olmayı ilk babasından öğrenir... Ama babasına bakıp, kendisindeki yumuşak özellikleri onda göremeyen, dahası onun tarafından, “bir iş beceremeyen, bir baltaya sap olamayan, adam olmayan ve olmayacak olan” diye aşağılanması, dövülmesi, onun tarafından hiç onaylanmaması ve kabul edilmemesi, erkekliği öğrenebileceği birinin yokluğuna düşmesi, o erkekler için ergenlik ve yetişkinlik ve belki yaşlılıklarında bile negatif etkileri olacak çok zor bir deneyimdir.

Sadece babası değil, annesinde de kendisindeki yumuşak özellikleri göremeyen çocuk acı çekecektir.

Örneğin O, çimenlere basmaya çekinecektir canları acımasın diye. Ailesinin ve çevresindeki herkesin çimenleri ezmesi, hatta çöplerini atmaları ona acı verecektir. Ki çimenlerin ezilmesinden çok daha vahşi şeyler görecektir gözleri tüm gençliği ve yetişkinliği boyunca…

Akıtılan kurban kanına bakarken gözlerinde bir şok dona kalacaktır… “ahhh burası zayıfların yeri değil…” Gözyaşlarını içine atacak ve saklamaya çalışacaktır. Kendisini yapayalnız ve yabancı hissedecektir.

Eril toplumun tanımladığı anlamıyla “adam” olmaya ve hassas olan yönünü kapatmaya zorlanan erkek çocuk, bu baskıya ve yalnızlığa daha fazla dayanamayıp uyum sağlamaya çalışabilir. Futbolu hiç sevmediği halde babasıyla aynı futbol takımını tutmaya, futbol maçına gitmeye, orada onun gibi küfretmeye çalışabilir. Ya da okulda küçük bir çete gibi hareket eden o kaba çocuklarla sigara içerek, bilardo oynayarak, onlar tarafından ya da babası tarafından kabul görmenin gururunu tadabilir.

Ama bunlar geçici ödüllerdir. Sadece geçmiş yaşamlarında biriktirdiği eril egonun – karmanın, yüzüne tokat gibi yansıması ve kendisine sunulan değişim adına bir seçim hakkıdır. “Bir hayat daha böyle mi kalmak istiyorsun? Yorulmadın mı bu sahtelikten?”

Bahsini ettiğimiz bu hassas erkekler belli bir bilinç frekansına ulaşmış yaşlı ruhlardır ve er ya da geç -her zaman tam zamanında- içlerindeki üstada ulaşacaklardır. Ancak oraya ulaşana dek, anlaşılmamış olmanın, dışlanmış olmanın, saklanmış olmanın, varlığındaki dişi ve erilin zarar görmüş olmasının, bastırılmış olmanın acılarını biriktireceklerdir.

Sonra bir tetikleyici çıkacak karşısına; acı bardaktan taşar gibi taşacak, onları hakikati görmeye zorlayacaktır.

Sahtelikleriyle (Ego kimlikleriyle) yüzleşmek ve kendini bilmek konusunda yeterince gayret gösterirlerse kusarlar öfkeyi, kederi ve fiziksel zehirleri. İsyan doğar “Hayır, ben bunun için gelmedim bu dünyaya… ben ne yaptım… Bu ben değilim…”

İşte o vakit dünyaya neden geldiğini anımsamaya ve bütün toplumun kapatmaya uğraştığı hassas, yumuşak-dişi olan yönünü hak ettiği yere, öne çıkarmaya ve ifade etmeye başlayacaktır. Sevgiyi, şefkati, merhameti, bağışlayıcılığı, kabulü, esnekliği, ilahi dansı, akışı ifade edecektir. Sonunda varlığındaki kutsal dişiyi ve kutsal erili aşkla kucaklamış erkek cinsiyetinde kutsal bir insan doğacaktır.

----

Şimdi yazacaklarım kadın kardeşlerimeymiş gibi gözükse de yine hepimiz için.

Hepimizin ortak anlayışını, kutsamasını, şifasını diliyorum içlerimizdeki incinmiş, kırılmış, bozulmuş olan dişiye ve dünyadaki tüm kadınlara.

Kadınlar da, pek tabii kendilerini birdenbire ataerkil bir aile ve toplumunda bulmadılar. Bu geçmiş seçimlerinin adım adım onları getirdiği son bir duraktı. (Bir çok reenkarnasyon)

Bazen doğmaları istenmedi… Dünyaya gelişleri hayal kırıklığıyla karşılandı.

“ Aaaaa duydunuz mu, yine kızı olmuş… Yazık yazık…”

Onlar bazı toplumlarda doğar doğmaz öldürüldü. Yaşayıp çocukluk evresini geçebilmişlerse erken yaşlarında evlendirildiler.

“Hanım hanımcık ol, kır dizini evinde otur, kızını dövmeyen dizini döver”…

Kadın bedeni böyle görülmeli, şöyle süslenmeli, şöyle kokmalı… Cilveli olsun, namuslu olsun, şarkı söylemesin, dans etmesin, kahkaha atmasın, mini mini giyinmesin, şu saatte dışarıda olmasın...

“Evinin kadını, çocuklarının anası olmanı istiyorum”…

Fiziksel ve duygusal taciz ve tecavüz…

Onlara güçlü ol, özgür ol, maceracı ol, yaratıcı ol kendine güven denmedi.

 

Böyle sert, böyle katı toplumlarda bizzat yakın çevrelerinde bunları duymamış görmemiş olanlar bile, yine filmler, hikayeler, söylentiler yoluyla o toplumun nasıl bir kadını kabul edeceğine dair programlandılar. Öyle bir toplumda hayatta kalabilmek için varlıklarındaki eril enerjiyi çoğaltıp, dişi enerjiyi bastırıp, sürekli çalışan, sürekli başarı ve kariyer kovalayan, dergi kapaklarındaki kadınlar gibi zayıf ve makyajlı olup onlar gibi giyinebildiklerinde kendilerini kadınsı zanneden kadınlar… Ya da eril enerjisini düşürüp dişi enerjisini yükseltmiş erkeğine ve çocuklarına yaranabilmek için saçını süpürge edip, tüm hayatını onların mutluluğuna adayan ve kendi için hiç bir şey yapmayan, yapmaya cesareti olmayan kadınlar. Kendisine değer gösterilmeyen ortamların içinden çıkıp gidemeyen kadınlar…

Bu kadınların arasında da varlığındaki kutsal erili ve dişiyi uyandırıp saflaştırmaya, şifalandırmaya, yükseltmeye ve dünyanın büyük dönüşümünde hayirli bir rol oynamaya gelmiş olan kadınlar var. Onlar da yukarıda bahsettiğim hassas erkeklerin sıkıntılarını yaşadılar. Hassas erkek ve hassas kadın demeyi de bırakalım artık. Onlar hassas insanlar. Egoist, kaba, sevgisiz olan herşey gözlerini, kulaklarını, tüm hislerini, duygularını, kalplerini acıtıyor, akıllarına ve bedenlerine bile zararlar bırakıyor.

 

Onlar da tam tam zamanında- içlerindeki üstada ulaşacaklardır. Ancak oraya ulaşana dek, anlaşılmamış olmanın, dışlanmış olmanın, saklanmış olmanın,  varlığındaki dişi ve erilin zarar görmüş olmasının acılarını biriktireceklerdir.

Sonra bir tetikleyici çıkar karşılarına ve acı bardaktan taşar gibi taşar; onları hakikati görmeye zorlar.

Sahtelikleriyle (Ego kimlikleriyle) yüzleşmek ve kendini bilmek konusunda yeterince gayret gösterirlerse kusarlar öfkeyi, kederi ve fiziksel zehirleri. İsyan doğar “Hayır, ben bunun için gelmedim bu dünyaya… ben ne yaptım… Bu ben değilim…”

İşte o vakit dünyaya neden geldiğini anımsamaya ve bütün toplumun kapatmaya uğraştığı hassas, yumuşak-dişi olan yönünü hak ettiği yere, öne çıkarmaya ve ifade etmeye başlayacaktır. Sevgiyi, şefkati, merhameti, bağışlayıcılığı, kabulü, esnekliği, ilahi dansı, akışı ifade edecektir. Sonunda varlığındaki kutsal dişiyi ve kutsal erili aşkla kucaklamış kadın cinsiyetinde kutsal bir insan olarak doğacaktır.

 

Bitmez… yaz yaz konuş konuş bitmez..

Ne erkeklerin acıları, ne kadınların acıları…

Ama dışımızda vukuu bulan realiteler acımızın gerçek sebepleri değiller.

Onlar zaten içimizde var olan kirlerimizin-karmamızın-egomuzun aynadaki yansımaları…

Masum? Hangimiz masumuz?

Birçok hayat yaşamış ve bu hayatlar içinde sayısız seçimler yapmış bir varlığın bu hayatına varana dek öz saflığının üstü kat ve kat egosal kir ve suçluluk ve pişmanlıklarla dolmuştur.

İşte onun için kutsal insan olmak çok kutsal. O hayatlar boyu yaptığın tüm seçimlerin sebep olmuş olabileceği maddi manevi acılar için vicdanında azap duyabilmek, o varlıkların acılarını duyabilmek, af dileyebilmek,  sana verilmiş geçmiş tüm acıları kendinde bulabilmek, dinleyebilmek, kabul edebilmek, affedebilmek ve aşk olmak adeta bir yanardağın lav gölünde sonsuzluk gibi yanmak, kutupların altında nefessiz donmak, dağların altında ezilmek, korkunç fırtınaların içinde yaprak gibi savrulmak, yıldırımlarla çarpılıp parçacıklarına ayrışmak gibidir. Ama sonunda rafine olmuş altın gibi parıldarsınız. Varlığınızdaki dişi ve eril güçler birbirini bağışlamış ve kucaklamış olur. Böylece ruhun isteklerini reliteye dönüştürecek kutsal birer araç olursunuz. Ve ruh her zaman bütünün en yüksek hayrını ister. Birbirinize hizmet etmenizi, birbirinizi sevmenizi, saymanızı, şifalandırmanızı ister. Ruh hep en güzel olanı ister.

Onun için artık erkekler olarak halimizden kadınları veya diğer erkekleri suçlu görmeyi bırakmalıyız.

Kadınlar olarak halimizden erkekleri veya diğer kadınları sorumlu tutmayı bırakmalıyız.

Kadın erkek fark etmeksizin o kaba eğitimsiz eril hepimiziz.

Hepimiz biriz ve bastıralan dişi hepimiziz.

Bastırılan saf eril de hepimiziz.

 

Bu acının sebebi erkekler ya da kadınlar değil; insanın ne olduğunu, nereden geldiğini ve dünyada bulunuş amacını bilmiyor olması.

Kutsal insan. Bu senin vaktin. Senin vaktin geldi. Uyan.

Aşk olsun.

 

--------------

Duyuru:

Yer ve Gök arasında erkek olmak

(Resim eşim Yuuka tarafından, bu şifa çemberine özel olarak, kanallık yoluyla yapıldı.) 


Bir erkek şifa çemberi…

Varlıklarındaki dişiyi ve erili şifalandırmak üzere  kadınların ya da erkeklerin kendi aralarında ya da karma olarak bir araya gelmeleri, konuşup, dinleyerek, birbirlerinin acılarını hissetmeleri, bir bağışlayıcılık, açılış, yükseliş anı varana dek sabır ve şefkatle birbirlerine alan tutmaları kutsaldır, şifalıdır.

Bir süredir erkek kardeşlerimle birlikte böyle bir çemberin parçası olacağımı hissettiriyordu ruhum. Sadece ne zaman, nasıl olacağını bilmiyordum.

Sevgili kardeşim Çağım Tuğ, Fethiye’nin Ak Dağları’nda, Dharmapur inziva merkezinde ikimizin birlikte böyle bir çemberi tutmamız ve şifanın kanalı-kolaylaştırıcısı olmamız için davette bulundu. Beklediğim çağrı buydu.

Gezegenler bile terse giderken biz aşkta buluştuk, kalbimizle planladık, Yaradanın izni ve desteğini hissettik.

Erkek kardeşlerimizi derin dinlemeye, anlamaya, hissetmeye, bağışlamaya, bağışlanmaya, aşkın merkezine davet ediyoruz.

Bu çembere katılması gerektiğini hissettiğiniz eşinize, dostunuza, kardeşinize lütfen duyurun.

Üstümüze yapışmış ve kurumuş balçığı silkeleyip atmak kolay değil. Heryerimize batmış dikenleri tek başımıza teker teker çıkarmak kolay değil. Pek tabii mümkün ve herkesin kendine olan en önemli sorumluluğu bu temizlik.

Kader öyle ki şimdi bu kolaylaştırıcılık penceresi açıldı.

23-24-25-26-27 Aralık 2020, Dharmapur, Ak Dağ Etekleri, Yakaköy, Fethiye

Bütünün en yüksek hayrına olsun.




 

İlgileniyorsanız lütfen fb etkinlik sayfasını ziyaret edin.

Link:

https://www.facebook.com/events/376698626806499/?active_tab=discussion

 

 

 

 

 

No comments:

Post a Comment

Note: only a member of this blog may post a comment.