Friday, 31 January 2025

86. Vipassana yazı dizisi 4. +Sila-Samadhi-Panna+

 


Vipassana Yazı Dizisi 4


     Bu yazı dizisinin her bölümünde konu biraz daha yoğunlaşıyor ve okuyucu sayısının yarısı uçup gidiyor :D Galiba sonunda birkaç kişi kalacak... Ya da tek kişi . Aşk olsun. Tek bir kişiye bile bu bilgileri aktarabilirsem kalbim neşeyle dolar. Hatta şimdiden doldu bile.

     Annem okuyormuş. Çok sevindim. :)


     Önceki yazının özetini bir de bu yazının başında hatırlayalım:


     “Zihinsel olarak yarattığı kimliği; yani bir rüya olan Ego benliğini gerçek sanan, onu korumak ve genişletmek için sürekli bir şeyleri reddeden ve sürekli bir şeyleri arzulayan; sürekli arzuladıklarını kovalayan-tutan ve reddettikleri’yle savaşan, reddettiklerinden kaçan insan, bunu fark edene ve içinden çıkmak için doğru araçları kullanmaya başlayana dek acı içinde yaşar. EGO(rüya) düzleminde, tepkisel yaşam acı vericidir ve bu uyku halindeki her insanın realitesidir. Tüm insanlar daha sığ ya da derin bu uykunun ve rüyanın içindedir; öyle ya da böyle acı çekerler. Zenginler, fakirler; hastalar, sağlıklılar; güzeller, çirkinler; materyalistler, ruhaniyetin farklı derinliklerine dek her kes... Ruhani arayıştaki bir kimse için Yaradan’ın ulaşılmazlığı da asla bitmeyecek bir acıdır mesela. İnsan egosu ister ruhani ister materyalist bir şekil almış olsun, asla tatmin olmayacak, asla dolmayacak ve doymayacak bir boşluktur. Bir problemimiz olduğunu kabul etmeden onu çözmek üzerinde çalışamazdık: İnsanlık olarak ortak problemimiz, bir rüya olan egomuzu korumaya ve sürdürmeye çalışırken verdiğimiz tepkilerdir ve tepkilerin yarattığı içsel acı katlanarak çoğalır.


     Hele de her birimizin tepkilerinin yarattığı etkiler, birbiriyle karışıp dünya realitesini yarattığında... Onun adı kollektif acı.


     Dünyanın sonu gelmiş gibi hisseden ve böyle konuşan çok insan var. Çünkü ortak yaratımımız olan dünya realitesi alabileceği en çirkin, en kötücül, en karanlık, en hastalıklı halleri aldı. Düşülebilecek kadar derine ve dibe düşüldü. Çoğunluk kendi dışında birilerini işaret etmeye çalışıyor: “O sorumlu” demek için. “O ülke, O insan ya da gurup, o karanlık ya da şeytanlar; o acı kader ya da şanssızlık sorumlu”, demek istiyorlar.

     Bütünün pozitif dönüşümü için kendi pozitif dönüşümü üzerinde çalışanlarsa bir avuç insan. Dünyanın bütün nüfusuyla kıyaslandığında, evet bir avuç. Bu hiç kimsenin moralini bozmasın. Çünkü bir avuç bilinçli insan yeter bu dünyayı dengeye geri getirmek için; bütün yapılmış zararları dünyanın bedeninde ve kolektif bilincinde onarmak ve şifalandırmak için. Bu 10 yıl mı alır artık, 100 yıl mı, 300 mü? Süreç başladı. Yıl 1. Olumlu işaretler her yönde göründü.

     Bir avuç bilinci uyanmış insan yeter çünkü, dünya denilen ruhlar okulu bilinçlerin uyuduğu karanlık bir çağı arkasında bıraktı; bilinçlerin uyandığı bir çağa doğru da geçiş aşamasında. Bu büyük geçiş evrensel bir karar ve evrensel destek bizlerle. Bunu yıldızlara bakanlar biliyor. Daha da önemlisi bunu kendi kalbine bakanlar biliyor. O bir avuç insan evrensel bir orkestra tarafından yürütülüyor. Evet içinde bulunduğumuz dünya realitesine baktığımızda acı, acı, acı görüyoruz ama geçiyor, dönüşüyor. Eski ve hizmetini doldurmuş sistemler, düzenler yıkılıyor ve kolektif bilinç üzerindeki kontrolünü kaybediyor. Tekrar söyleyelim, bu bir kitap bilgisi değil. Bu yıldızlarda da kalplerimizde de böyle yazıyor.

     O büyük evrensel destek aslında günümüzden yüzlerce-binlerce yıl önce gelmeye başlamış. Peygamberler, rahipler, keşişler, mistikler olarak binlerle gelmiş ve kolektif bilincimize uyanışın tohumlarını bırakmışlar. “Cennet içinizdedir, kendinizi bilin” demişler. Ahlaklı ve vicdanlı olmanın öncelikle insanın kendine yaptığı bir iyilik olduğunu anlatmışlar. Namaz, zikir, sema, mantra, nefesle ve sesle içsel yolculuk gibi insana kendini bilmesi için araçlar, yollar yordamlar iletmişler; hepsi meditasyonun bir hali. Meditasyon zihni susturmanın ve Tanrısal olana-bütüncül hayra-hakikate-ışığa içsel olarak yönelmenin yolu. Bütüncül olan hayra içsel olarak yönelmek, egosal benlikten vazgeçemektir - ölmeden ölmektir. Bu yaşam eğitimini almak, bu içsel araçları kullanmak egonun insan varlığı üzerindeki kontrol gücünü giderek zayıflatır. İşte böylece ego kaynaklı tepkisellik acısı azalır ve bütüncül hayra yaklaşmanın içsel mutluluğu yükselir.

     Buddha o evrensel desteği getiren kutsal hizmetlilerden biri. Onu içsel aydınlanmaya ulaştıran teknik Vipassana meditasyon. Bu teknik insanlığa Buddha aracılığıyla iletilen bir kendini bilme aracı.

     Onun tanıttığı, acıdan çıkış yolunu ve vipassana meditasyonu az çok kendi içinde deneyimlemiş biri olarak naçizane anladıklarımı yazıyorum:


     İnsanın her bir zerresi (kalapa: atomdan da kat ve kat küçük) saniyede trilyonlarca kez yanıp sönen, bir an var olan, o aynı anda geçen ve yok olan bir doğaya sahip. Yani doğamızda geçicilik var. (O zerrelere kalapa; her şeyin sürekli geçici olan doğasına ise Anicca deniliyor.)

     Bütün deneyimler, bütün hisler, düşünceler, duygular, olaylar, oluşlar hepsi ortaya çıkıyor; zaman algımızda bir saniye ya da saat, gün ya da seneymiş gibi bir anlayış bırakarak geçip gidiyor.

     Örneğin çocuklukta yediğiniz bir dayak... O geçmedi mi? O şimdi ve burada olamaz. O olduğu an, oldu ve geçti. Devam eden ise dayak esnasında otomatik olarak ortaya çıkan tepkimizin, duygusal ve düşünsel titreşimi. Yani devam eden şey TEPKİMİZ. Peki bu tepki frekansını saklayan şey ne-neresi- o nerede? O ruhta bir boyut. Ana arşiv diyelim. Peki o enerji paketini görmemize-duymamıza-hissetmemize yarayan düzlem ne-neresi? Kalapalar; adeta bir ekran görevi yapan Zerreler-Beden-Zihin.

     Her kalapa yanıp sönüyor, geliyor gidiyor, var-yok. Bir an var olan ve aynı an yok olan o zerreleri, yayınla bağlantı kurmamış bir televizyonun karıncalı ekranı gibi düşünün. Yayın bir frekans bandıdır. Televizyonunuza bir yayının frekansıyla bağlantı kurma emrini verdiğinizde-yani kanalı açtığınızda, seçtiğiniz kanalın resimleri gelip görünür oluyor. Nerede? O karıncaların üstünde. Ruhsal bir kanalı açarsanız huzurlu, sevgi dolu, bilge bir varoluş yayını ve Egosal kanalda ise hep drama.

     İnsan, günlük bilinçsiz yaşamını sürerken, egosunu tetikleyen bir olayla karşılaştığında o tetikleyicinin frekansı Arşiv odasından eski bir tepki-acı kaydını yayına sokuyor. Örneğin arkadaşını küçük düşüren, onunla alay eden bir kimseyi görüyor ve çocukluğunda yaşadığı benzer bir olayda ortaya çıkan tepkisi ve acısı canlanıyor. Nerede? Öncelikle karıncalı ekranın üğüstünde -kalapalarda. Bedeninde yanıp sönen kalapalar bedenin belli bölgelerinde arşivden inen bu hisleri canlanmasına, duyulmasına yataklık ediyor ve kişi fiziksel, duygusal, zihinsel tepkiler yaratıp yaşıyor. Mesela içinde öfke ve belki korku beliriyor. Hiç farkında değil ama tam çocukluğundaki o vakada yaşadığı nefes hızlanmasını, boğaz daralması, sırtının üşümesi, parmaklarının titremesini yaşamaya başlıyor. Gördüğü sahne kendisine değil, tamamen başka birine gerçekleştirilen zorbalık olmasına rağmen kendisine yapılmış gibi içinde acı yaşıyor. Buna benzer deneyimden doğan empati de denilebilir. Egoyu tetikleyen her bir olay insana varlığında tutup biriktirdiği duygusal, zihinsel, bedensel enerjileri bildirmek için var.

     Başka bir örnekte, çocukluğunda çok fazla anne baba kavgası görmüş yetişkin bir kimse, kaldığı otelde yan odadaki kavga eden çocuklu çifti duyuyor. Bir süre sonra dikkat kesilip dinliyor. Nefesi sığlaşıyor, eli kolu üşüyor, göğsünde bir batma hissi, kalbinde bir sıkışma... Kalapalar arşivden gelene yataklık ediyor. Kalapanın tek görevi bu. Sorumlu o değil. O bir araç.

     Dahası, bu andaki gösterilen tepkinin frekansı ve geçmiş tepkinin frekansı kalapalar üzerinde birleşip büyüyor-çoğalıyor ve olay sönmeye başladığında tepkinin yeni ve çoğalmış enerjisi arşivde yeni kayıt oluyor. Geçmişin tepkisel enerji birikimi, bu anda uyumlandığı yeni tepkisel acı enerjimizle birleşip, çoğalıp geri çekiliyor-saklandığı boyuta.

     Böylece öfke daha alevli, üzüntü daha soğuk, korku daha korkunç bir hal alıyor; insanı adeta bir deliliğe sürüklüyor; bir kırılma, bir parçalanmaya doğru. Geçmişten bu ana ve geleceğe doğru katlanarak çoğalıyor tepkiselliğin acı birikimi. Bu vakitte gördüğümüz kolektif deliliğin sebebi de bu. Dünya okulunda dönem sonu olduğu için herkes kendi tepkisellik-acı birikiminin en zorlayıcı hallerini deneyimliyor.

     Hani her şey geçiciydi, her şey geçiyor da acı birikerek kalıcı mı oluyor?

     Acı da geçici. Bir insanın egosal tepkimeyi bırakıp, varlığındaki geçmiş tüm tepkisel enerji birikimini arındırması ve aynı anda tepkisel olmayan, pozitif eylemsel bir yaşam tarzını yaşamaya başlaması ile bu acı da geçecek ve evrensel zamanda -bu ister bir hayat ister 500 hayat olsun, gelip geçen bir an.

     Diğer yandan bu muazzam devre sonunda, mezuniyete yakın bir avuç öğrenci olduğumuzu yine hatırlayınca; egosal varoluş acısının bu hayatlarımızda sona ereceğini de umut ediyor insan. Bu uyanış üç-beş-on yaşam sonunda olmak zorunda değil. Gerekli evrensel destek bizimle ve çağlar boyunca hiç olmamış bir bilinç zıplaması şansına sahibiz ve aslında zıpladık şimdi havadayız...

     Nerede kalmıştık... Biliyorum, iki ileri bir geri gidiyor yazım. Bazı şeyleri tekrar tekrar söyleyerek ilerliyorum. Herhalde öyle gerekli.

     Şuradan tekrar alıp öyle devam edelim:


“...insanın egosal tepkimeyi bırakıp, varlığındaki geçmiş tüm tepkisel enerji birikimini arındırması ve aynı anda tepkisel olmayan pozitif eylem halinde bir yaşam tarzını yaşamaya başlaması...”


     Buna ruhsal uyanış ya da aydınlanma denir.


     Vipassana’yı anlatabilmem için Buddha’nın aydınlanma yol haritasındaki üç temel değerine de değinmem gerekli. Sila, Samadhi, Panna.


     Aydınlanma yolunun 3 değeri:


     Not: İlk iki öge olan Sila ve Samadhi birlikte var olmadığı sürece insan içsel aydınlığa yaklaşamaz. Birinden birinin eksik olması buna sebep olur. 


     1. Sila(Ahlak):

Doğru söz, doğru eylem, doğru yaşam!.


     Sila’nın gerekliliği:

     Doğru söz: Abartı ya da yalana kaçan her söylem aslında egomuza hizmet eden bir tepkidir; dolayısıyla bitmelidir. (Hatırlayalım: Bitirilmesi gereken şey acıların kaynağı olan TEPKİLER.)

Doğru eylem: Yanlış eylem nedir diye soralım önce. Yanlış eylemler bencillikten ve umursamazlıktan doğan eylemlerdir ve bütünsel hayrın zıttınadır. Öldürmek, çalmak, tecavüz etmek, maddi manevi zarar verici söz ve eylemler, zihni bulandıran, bedeni zehirleyen maddeler kullanmak...

Bu sayılan en temel yanlış eylemlerin hepsi ya egomuzun arzularına yenik düşmemiz, ya egomuzun reddettikleriyle savaşmamız ya da umursamazlık ile kaçmamızdan doğan tepkilerdir. Dolayısıyla bitmelidir.

Doğru eylem ise kendine yapılmasını istemeyeceğin her şeyi yapmaktan kendini alı koymak ve bütünün hayrını gözeten ve bilinçli seçimler ile yapılan eylemlerdir.

Doğru yaşam: İşi alkol satmak olan biri, işinin bağımlılık, hastalık, mutsuzluk, huzursuzluk yarattığını bile bile mutlu olabilir mi? Egosal tepkilerden ve çekimden doğmuş yanlış bir meslek-yanlış bir yaşam.

Arşivde tepkisel acı biriktirmemenin yoludur Sila bu yüzden gereklidir.


     Sila’nın tek başına yetersizliği:


     Ruhsal bir yaşamı seçmek ve yaşamak yönünde kalpten istek duymak ve bunun için zihinsel-bedensel bir efor göstermek çok önemli ve gerekli olmakla birlikte, kalapaların mikro kozmosuna inilip bilinçaltının oradaki yansımaları izlenmezse; geçmiş acı birikiminin arındırılması daha zor-daha zaman alıcı hatta imkansız... Buna insanın karanlığını görmek için aynaya bakması denilebilir. Kalapaların mikro kosmosuna inmenin, orada aynaya bakmanın yolu ise Samadhi’dir.

     Sonuç: Aydınlanmak için tek başına iyi ahlak ve vicdan yeterli değil ve bir yardımcı araca ihtiyaç var. O araç Samadhi.


     2. Samadhi (Zihnnini kontrol edebilmek)


     Samadhi: Doğru konsantrasyon (Anapana ve Vipassana meditasyonu)


     Diyor ki Buddha ruhsal arayışınızda en doğru, en net, en güçlü, en hızlı yolları kullanın ki bu acı dolu düzlemden o kadar hızlı özgürleşin.

     Mesela mantra okunarak zihnin boşaltılması ve belli bir yüksek frekansın açılması kişiye ruhsal bir gelişimin ilhamlarını, şifalarını veriyorsa da bir vipassana meditasyonun sunduğu arınma ve dönüşüm hızını veremiyor.

     Hızlı, net, güçlü bir arınma ve yükseliş için doğru konsantrasyon-doğru zihin-doğru meditasyona gelin diyor.

     Bu sebeple ki 10 günlük vipassana inzivasına gittiğinizde sizi uyarıyorlar: sakın sakın sakın tekniği başka tekniklerle birleştirmeyin. Sakın sakın dini her hangi bir öğeyi içine katmayın. Bırakın teknik orijinal saflığında kalsın ve gerçek gücünü size sunabilsin, deniyor.


     Aynaya bakmanın tekniği burada başlıyor:


     Öncelikle kalapaların mikro kosmosuna inebilmek için dikkatin keskinleştirilmesi gerekiyor.

     Dikkatin keskinleştirilmesi amacıyla önce Anapana meditasyonu öğretiliyor.

     Gözleriniz kapalı, sırtınız dik, dikkatiniz burnunuza giren ve burnunuzdan çıkan nefeste. Nefes içeri girerken burnun altındaki alanı serinletiyor, dışarı çıkarken içerinin sıcaklığını taşıyor ve orayı ısıtıyor. Bu meditasyon boyunca sürekli odaklandığınız iki şey:

     1-Nefesin içeri girişinin farkındalığı + üst dudakta yarattığı his.

     2. Nefesin dışarı çıkışının farkındalığı + üst dudakta yarattığı his.


     Dikkatinizi pergel gibi düşünün. Bir ucu burnun hemen altında ve sabitlenmiş; oradan hiç kopmayacaksınız. Diğer ucu ise bir içeri bir dışarı doğru nefesin hareketini takip ediyor.

     Bunu yaparken zihniniz hemen düşünceler üretiyor. Bir bakmışsınız 3-5 dakikadır aslında meditasyonda bile değilmişsiniz. Ya geçmişe dair ya geleceğe dair bir şeyler düşünmekteymişsiniz.

     Nasıl olur diyorsunuz, tekrar ciddiyetle dönüyorsunuz... Ah bi süre sonra bir bakıyorsunuz yine kayıp gitmişsiniz... Uyuyanlar, horlayanlar, rüyalar görenler, derin düşüncelere dalanlar...

     Olmuyor olmuyor olmuyor başta. Bir türlü şu basit görünen şeyi yapamıyorsunuz; otuz saniye bile. Zihin bir türlü odaklanmak istemiyor. Siz de defalarca kez bunu farkedip ısrarla onu geri getiriyorsunuz. Yapmanız gereken de bu. Kendinize kızmadan, zihninize küfür etmeden, gülümseyerek, şefkat ve sevgiyle dikkatinizi geri o noktaya getiriyorsunuz. Sonunda zihniniz eğitimi almaya başlıyor. Sonunda dikkat gücü kazanıyorsunuz. Dinlemekte olduğunuz yer başta üst dudağın daha geniş bir alanıyken yavaş yavaş daha daha küçük bir noktaya iniyor dikkatiniz.

     Anapana yalnızca dikkatinizi keskinleştirmek için yapılan bir meditasyon.

     Dikkatinizi bileyleyip bir ameliyat neşterine dönüştürebilmeniz için. Çünkü vipassanada kendinize adeta bir ameliyat yapacaksınız; dikkatinizin neşteriyle. Dikkati bir lazer atışı gibi başınızın üstünden ayaklarınızın altına dek, derinizin yüzeyinden iç organlarınıza dek gezdiriyor ve kalapaları üstlerine yansıyan geçmişin acı frekansıyla görüp kabul ediyorsunuz. Bu dönüşümü başlatıyor.

     Bu yazıda vipassana tekniğinin kendisine yalnızca bukadar değineceğim. Çünkü bu yine bir dahaki yazının konusu olarak kaldı; öyle oldu. Yine varamadık oraya... Belki bir daha ki yazı gelene dek ihtiyaç varsa biraz Anapana yapar ve dikkatinizi keskinleştirirsiniz(?)


     Samadhi’nin gerekliliği ve tek başına yetersizliği:


     Samadhi, yani zihninizin kontrolü tabii ki gerekli. O eğitimsiz maymun oraya buraya zıplarken, sizi bu anda var olmaktan alı koyarken, bu andaki hislerinizin farkında olmadan yaşarsınız. Bu da arşivden gelen tepkilerinizi fark edemeyeceğiniz ve bunun sonucu olarak fark etmeden ahlak ve vicdanınıza ters düşen şeyler de yapabilirsiniz demek.


     Diğer yönden tek başına samadhi de aydınlanmak için yeterli değil. Ahlaksız ve vicdansız ve ama zihnini kontrol edebilen bir kimse dünya ve bütün varlıklar için çok tehlikeli biri olur. Tarihte örnekleri var.


     3. Panna: İçsel bilgelik


Ruhsal-ahlaklı-vicdanlı yaşamın zihinsel ve bedensel gayretle seçilmesi (+)ARTI kalapaların mikro kosmosunda acı birikimlerinin izlenmesi (=) tepkisellikten kurtulmuş bir varlığın İçsel bilgelik & kendini biliş hali (Panna)

Burada çok çok çok önemli bir not: O kalapalardaki yansıyan acııların izlenmesi, sıradan bir izleme değil: O herşeyin geçiciliği farkındalığıyla yapılan bir izleme.

Yani kalapalarda beliren fiziksel acı ve duygusal acı, herşeyin geçiciliği farkındalığı ve kabulüyle izlendiğinde çözülüyor ve serbest kalıyor.

Bunun nasıl yapıldığı bir sonraki yazının konusu!

---


     Vipassana öğretisinden ayrıldığım nokta:


     Vipassana topluluğunun bugünkü öğretisiyle ters düştüğüm yere geldik. Evet aynaya bakmadan arınmak da yok, şifalanmak da yok, dönüşüm de yok, yükseliş de yok... Ama aynaya bakmanın tek yolu vipassana meditasyon tekniği değil. 2500 yıl önce bile, Buddha asla tek yol bu dememiş ama vipassana 10 günlük inzivasında biraz bu his var; sanki tek yol vipassana gibi...

     Ben mucizelerle sonuçlanan şamanik şifa çalışmaları gördüm. Şifacı, hastaya farklı ruhani araçlarla öyle net bir ayna oluyor ki, kişi varlığında tuttuğu geçmiş birikimlerin acısını o an duyumsamaya, kabul etmeye, bağışlamaya ve bırakmaya başlıyor. Bunu bedensel, zihinsel, ruhsal bir şifalanma ve dönüşüm izliyor.

     Doğru zamanda ve yerde, doğru niyetle alınan Ayahuasca ya da DMT5MEO insanın bilinçaltına öyle temiz bir ayna oluyor ki, insan bilinçaltının tüm acısına şahit oluyor. Şahit olmak, kabul göstermek ise geçmişin birikimini arındırmaya başlıyor.

     Bugün dünyada öyle üstatlar var ki, bir tanesinin karşısına otursak ve gözüne baksak, belki içimiz dışımıza çıkana dek ağlarız; Öyle güçlü bir ayna; bize bir bakışıyla hem egomuzu hem ruhumuzun ışığını gösterir.

     Dünya dönem sonlarına mahsus olan ruhani uyandırıcı ve arındırıcıların bolluğunu yaşıyor.

     Vipassana’nın anlatım şeklinden ötürü bu gün 10 günlük vipassana meditasyona giden kimselerde fark etmeden büyük bir stres oluşuyor. “Aman bu tek şansım, çok iyi kullanmalıyım.”

     Evet 10 günlük vipassana inzivasına gidebilmek çok özel bir deneyim dönüşüm için ama asla son bir şans değil ve tek yol da değil. Onun için on günü atlatan bazı kişiler sevinemiyor. “Başarabildim mi? Oldu mu? Başaramadım galiba...”

     Onlardan biri bu satırları okuyorsa, İan ve Cameron’a söylediğim gibi: Başardınız bile. Kendinizi kutlayın. Yükseliş on günle sınırlı bir tek sınav ve şans değil. Kalbinizin çağırdığı her yönde ilacınız sizi bekliyor.

     Tekniği anlatan Goenka Hocamızın (Rahmetli) bir tavsiyesi var. Bu tavsiyeyi minik bir hikayeyle anlatmış:

     Annesi çocuğa bir kase sütlaç yapıp vermiş. Tatlıyı yerken çocuk içinde siyah küçük ve sert birkaç minik şey bulmuş. Bu ne demiş annesine; taş mı? Annesi onun lezzetli bir baharat olduğunu, onunla birlikte yemesinin iyi olduğunu söylemiş. Çocuksa asla yemem o taştır diye direnmiş.

     Annesi bunun üzerine, iyi madem öyle o siyah taşları çıkar da öyle ye; ziyan etme; geri kalanı saf sütlaç demiş.

     Goenka ji hikayeyi anlattıktan sonra şöyle tavsiyede bulunmuştu:

     Bu tekniği size kazandırabilmek için burada size bir sütlaç pişirdik, sunduk. Onun içinde bir taş bulduğunuzu düşünüyorsanız tekniğin hepsini çöpe atmayın. O taşı kenara çıkarın ve Vipassananın geri kalan saf tadını alın.

     Ben öyle yaptım; gitmiş ve gidecek olan herkese de aynı şeyi tavsiye ederim. Teknik çok saf, güçlü ve gerçek lakin anlatım-sunum şeklinde gördüğüm ve belki de benim henüz anlamaya yetecek kadar bilincim olmadığı için böyle yorumladığım- taş sandığım bir durum oldu(tekniğin tek yol olduğunun verilmeye çalışıldığı hissi).

     Onu kenara ayırdım, vipassanayı sunulduğu kaptan çıkartıp içime aldım hem de sonsuz bir şükran hissi ve göz yaşıyla.



----------


Beşinci yazı kısmetse bir hafta içinde.

Auroville hakkında da yazmak istediğim şeyler var ve sırasını bekliyorlar.






Mathrimandir


Aşk olsun Hu.



Saturday, 25 January 2025

85. Vipassana Yazı Dizisi 3- Yaşam -orada- Acıdır


Not: Okumadıysanız ilk iki yazıyı okuduktan sonra bu yazıya varmanızı tavsiye ederim. 

Not: İçinde sevgi olmayan gerçekleri duymak daha zordur. Gerçek olarak kabul ettiğim ve içsel olarak yaşadığım şeyleri  sevginin filtresinden geçirerek yazdım. Tüm niyetim, yaraması, şifa olması, aşk olması. Aşk olsun Hu! 


---

   Eşim ve kızım, Yuuka ve Maya ile Delhi havalimanında birbirimize kavuştuk. Mayam kollarıma atladığında göz yaşlarını bıraktı, dizlerinin bağı çözüldü. Üçümüz birbirimize sarıldık ve güçlerimiz, hayallerimiz, ışığımız birleşti. Akıllarımızda geleceğe dair soru işaretleri var idiyse bile o anda kayboldu ve her şey yolunda, her şey tam zamanında, her şey mükemmel hissi geldi.

   Yuuka gençlik yıllarında birçok kez Hindistan’ı ziyaret etmiş, aylarca kalmıştı. Hindistan’ı biliyordu. Maya’nın ilk seferiydi ve ne kadar bazı şeyleri anlatmaya çalıştıysam da onu Hindistan’ın bazı yüzleriyle karşılaşmaya hazırlayamadığımızı düşünüyordum. Bu ülkede gördüğünüz bazı şeylere yargılamadan, kızmadan, ürkmeden bakabilmek zor. Hele de Japonya gibi her şeyin düzenli, zamanında, temiz ve saygıdan olduğu bir ülkeden kalkıp, Hindistan’ın en kaotik şehirlerinden biri olan Delhi’ye girince insanın zihninde bir şok oluşabilir. Kalabalık bir sokakta üstünüze üşüşen rikshaw şoförleri (Motor taksi), sizi bir yerlere götürmeye, bir şeyler satmaya çalışan insanlar, arkadaşça yaklaşıyormuş gibi yapan dolandırıcılar, mafyaların çalıştırdığı çocuk dilenciler, yol kenarında işeyen bir adam, onun yanında yerde uzanmış birileri, onun yanında sokak yemeği satan bir işportacı, koşturan bir fare, havada karbonmonoksit, her yere serpiştirilmiş telefon antenleri ve korna gürültüsü... Ah hele de korna gürültüsü. Yolun ortasında inek dışkısı ve ineğin kendisi, yanınızdan geçen son derece lüks bir araç ve fakirliğin kelimelere dökülemeyeceği halleri... Hepsi bir arada. Böyle bir şehirde frekansınızı düşürmeden, dahası frekansınızı yüksek tutarak yemek yiyebileceğiniz, dinlenebileceğiniz yerleri bulmak bir ustalık işi. Neyin ustalığı diye sorulacak olursa “Vipassana” ustalığı derim. Bu ustalık yalnızca vipassana meditasyon yapanlara mahsus değil. Vipassana “Olanı olduğu gibi görmek” demek. Bu ruhani kas, hakikati aramış, ruhuna doğru yönelmiş her keste bir derece gelişmiş bir kastır ve insanı tepkisel-bilinçsiz yaşamdan adım adım kurtarır. Şöyle ki insan zihni gördüğü, duyduğu, başına geldiğini düşündüğü her şeyle anında içsel bir bağ kurar ve tepki göstererek kendini olmakta olanın içine dahil eder.

   Yağmur mu yağıyor mesela? Sıradan bir yağmur değil o zihin için. O beni ıslatan, benim başıma gelen, benim sevdiğim türden ya da nefret ettiğim türden, bana göre öyle ya da böyle bir yağmur...

   Çok otomatik olur olmakta olana tepki göstermek ve olana dahil olmak; insan çoğunlukla fark etmez.

   Yoldan geçen araç çamurlu su sıçrattı da üstü mü pislendi? Amaaaaan...!!! O sıradan bir üst kirletmesi değil. O dünyanın en terbiyesiz insanının en talihsiz kişiye (-BEN’e) çatması, saldırması, kirlenen paltonun hatırası ya da fiyatı, olayın başka bir arkadaşın başına gelmiş olayla benzerliği, karmasının göbek deliği... Susar mı bakalım sonra zihin on saat ya da on gün. Sürekli o an, hiddetiyle, korkusuyla, üzüntüsüyle, defalarca döner durur aklında.

   Kişinin oğlu sınıf birincisi mi oldu? O herhangi bir oğul değil, o herhangi bir sınıf değil, o BENİM OĞLUM ve BENİM OĞLUMUN sınıfı, ve bu Bana Tanrı’nın bir ödülü. Bu birincilik benim evlat yetiştiriş şeklimin sonucu ve ödülü. (Neredeyse kendisi sınıf birincisi olmuş.)

   Aynı kişinin oğlu sakarlık edip cüzdan mı kaybetti? Amaaaan bu Tanrı’nın cezası, nasıl da babasına çekmiş ve ( :D hahahaha. ) Amaan, nasıl da bir cüzdana sahip çıkamıyormuş, iq’su kaçmış? Onu sınıf birincisi yapan öğretmende de akıl yokmuş...

   Sunulan pizza çok mu hoşuna gitti? Amaan bu var ya dünyanın en iyi pizzası. Zaten bayağı pahallı da onun için bu kadar iyi. Haftaya da burada yiyelim. Hatta her hafta bir kere gelelim. Odun ateşinde mi?

   Ne? İçinden kıl mı çıktı? Ustanın nişan yüzüğü de yanında mı? Tüüüüüh, böyle işletmecilik olur mu? Lan bu bana yapılır mı? Belediyeye şikayet edeceğim, kapatsınlar. Ne İtalyan pizzasıymış. Hem pahallı hem pis.

   ...ve bu hikayelere verilen tepkiler defalarca kez zihinde tekrar olur; o gün, o gece, ertesi sabah, ertesi akşam; belki 10 sene sonra bir akşam...

   Zihin, hayat boyu olanı olduğu gibi görüp kabul edememekten doğan meşguliyetin kaynağıdır. Zihin insanı her zaman böyle meşgul ve tepkisel tutar. İnsan, dışında gördüğü her şeyle sayısız bağlar ve kimliklenmeler yaşar ve sürekli bilinçsiz bir tepkisellikte yaşar; vipassana kası gelişene dek.

O kas geliştiyse:

Yağmur mu yağdı? Yağmur yağdı.NOKTA

Paltoya çamur mu sıçramış? Paltoya çamur sıçramış.NOKTA

Çocuk sınıf birincisi mi? Çocuk birinci olmuş.NOKTA

Cüzdan mı kaybetmiş? Cüzdanı kaybetmiş.NOKTA

Pizza lezzetli mi? Lezzetli.-NOKTA

İçinden kıl mı çıktı? Çıktı-NOKTA

   Vipassana kası geliştiyse olana tepki vermek yoktur; pozitif eylem ise sonuna kadar; ne gerekiyorsa ve elinden ne geliyorsa...

   Buradaki örneklerden anlaşılacağı üzere; kimi tepkiler daha hoşa giden, yaşanılası hissedilen, arzu edilen şeylere karşı, zihinsel bağlanma(-tutunma-kovalama-) şeklinde ortaya çıkan bir tatmin arayışı. Nefsin asla doyuralamayacağını anlayabilirsek; bu zevk arayışı açıkça bir yokluk acısıdır aslında. Arzulanan şey şimdi burada değil ve bu bir zihinsel-bedensel acı kaynağı. Arzulanacak şeylerin neredeyse bir sonu yok o halde yokluk acısı ömür boyu.

   Bazı tepkiler ise istenmeyen şeylere karşı, kaçma ya da savaşma şeklinde ortaya çıkan bitmek bilmez bir uğraş. Bu uğraşın kendisi sürekli zihinsel ve bedensel bir acı. Çünkü insanın hoşuna gitmeyen şeyler her yönde, her an mevcut ve arayan hepsini bulur. (Daha doğrusu kaçan ya da savaşan hepsini bulacaktır.) O halde kaçılan şeylerin yarattığı acılar da ömür boyu.

   Böylece görüyoruz ki insanın 2 temel güdüsü var. Arzulamak (Kovalamak, Tutmak-tutunmak) ve Reddetmek (Kaçmak ya da savaşmak).

   Tam bu noktada çok kritik bir gerçeği söylemek icap ediyor. Hangi platoda arzulamak ya da reddetmek acı yaratır?

   Egonun ve nefsin platosunda mı? (İnsana insan değil de bilinç frekansı dersek; Bu plato belli bir düşüklükteki bilinç frekansının yaşamı.)

   Ruhun ve hakikatin platosunda mı?(Bu da belli bir yüksekliğe varmış bilinç frekansının yaşamı.)

Ruhun ve hakikatin platosunda arzu duyumsanır ve serbest bırakılır. Onunla birlikte özgürce bir yöne doğru akılır ve vakti gelince o akış arzunun yaratımı olarak realiteye döner.

   Aynı platoda tepkili bir reddedişi yoktur. Onun yerine, orada bütünün en yüksek hayrına olmayan şeylere, sevgiden ötürü kutsal bir bilgelikle, gerektiği vakit “DUR! Buradan geçemezsin”, demek vardır.

   Bu örneği çok seviyorum: Yüzüklerin Efendisi’nde, Gandalf’ın karanlığın yaratığına, köprüde söyledikleri:

   “Ben kutsal ışığın temsilcisi ve sana diyorum ki, geri dön. Buradan geçiş yok.”

   Demek ki acı çekmek, ego-nefs platosunda, bilinçsiz zihnin doğasında var ve bilinç bir frekansa yükselene dek yaşam acıdır.

   Hoşuna gitmeyen bir olay mı gördün, ormanlar mı yandı, ilkeler mi çiğnendi, ülken mi çalındı, ruhuna hakaret mi edildi...? Her ne olduysa; her ne olduysa onu geri alabilir misin? Olana bilinçsiz tepki vererek bilinçli ve pozitif bir değişim getirebilir misin?

   Yarına, haftaya, ya da seneye olmasını istediğin şeyler mi var? Bu olmasını istediğin şeylerin hayaliyle çok mu zaman geçiriyorsun? Bu hayalin içinde kaybolup anın kıymetini ve gerçek tadını duyamıyor musun? Bu anda aslında bir yokluğun acısını mı duyumsuyorsun? Bu acı pozitif bir değişime yarıyor mu? Hayallerini gerçek edecek olan bu yokluk ve acı mı?

   Madem tepkiselliğimiz acının ta kendisi ve çoğaltıcısı neden onu bırakamıyoruz? Neden bu kadar zor?

   Gerçekleri görmeye en birinci gerçekten başlamalıyız: Bildiğimiz haliyle -o malum platoda; YAŞAM ACIDIR!

   Yaşamın acı olduğunu kabul etmek pesimizm gibi mi geliyor?

   Vipassana öğretmeni Goenka Ji bunun için der ki, “yaşamın acı olduğunu kabul etmek pesimist bir bakış açısı değildir. Aksine olanı olduğu gibi görmektir ve olan olduğu gibi görülmediği sürece, hakikate, Ruhsal mutluluğun kaynağına yaklaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla yaşamı acı dolu doğasıyla görmek, gerçek mutluluğa giden ilk adımdır.”

   Bu kabul edildikten sonra, artık acının yaratıcısı olan, zihin-ego yapısına çözümlemek üzere daha güçlü bir ışık tutabiliriz. Tutalım...

   Zihin eğitilmeye muhtaç bir güç. O kontrolsüz güç kendini bilmeyen insan tarafından, bilinçsizce ve otomatik olarak kendini tanımlamak için kullanıldığında, Ego ortaya çıkıyor.

   Ego bir ‘ben’ anlayışı. Ben, adımla soyadımla, dinimle, politik ve dünya görüşümle, statümle, cinsiyetimle, inançlarımla, sahip olduklarımla ve olamadıklarımla, hatta dinlediğim müzik, okuduğum kitap, belki tuttuğum takımla, hoşuma gitmeyenler ve hatta nefret ettiklerimle, vb. BeNiM. ((((((((((((“Ben buyum”)))))))))))). Böylece evrensel ve kutsal bir varoluş sanki küçücük tel örgülerle sınırlı bir alana sıkıştırılmış oluyor. Sonra insanın istediği ve istemediği her şey o sınırları koruyabilmek ya da genişletebilmek güdüsünden doğuyor. İnsan BEN dediği şeyi koruyabilmek ve genişletebilmek(güçlendirebilmek) için bir şeyleri arzuluyor ya da bir şeyleri reddediyor; bir şeylerin peşinden koşuyor ya da bir şeylerden kaçıyor-savaşıyor.

   Şimdi taşlar oturuyor.

   İnsan tüm hayatını bu sınırları korumak ve genişletmek çabasıyla geçiriyor. O alan daralsa da genişlese de ne fayda. Yine ego, yine sınırlı bir benlik. Doyumsuzluğun ve kabulsüzlüğün dolayısıyla tüm acıların kaynağı olan bir benlik! O tanımlanmış kimliğe uyum sağlamayan her olay kaçmak ya da savaşmak için bir sebep. O tanımlanmış kimliğe uyumlu sandığımız her şey ise artık kovalamamız ve sahip olmamız gereken yeni bir şey.

   Alaskada’ki kişinin soğuğun acı veren doğasını kabul etmesiyle ve ona gösterdiği bilinçsiz tepkiyi bırakmasıyla birlikte huzurlu bir yaşama başlayacak olması gibi; egonun platosunda yaşam bulmuş her insanın da bu platonun acı demek olduğunu keşfetmesi; bu doğanın ruhunu anlaması, onun içinden geçmesinin şartı olsa gerek(?). Olmakta olanı, her şeyin gelip geçici doğasını bilerek dinlemek ve kabul etmek acıdan çıkışın yolu olsa gerek (?). Her şey gelip geçici. Geçmeyen hiçbir keyif, hiçbir acı yok. Mutluluklar da üzüntüler de, fiziksel zenginlikler ya da fakirlikler, güzellikler ya da çirkinlikler, hepsi gelip geçici. Her şeyin gelip geçici olduğu bir platoda bir şeyi kovalamanın ve ya bir şeyden kaçmanın, bir şeyle savaşmanın anlamı nedir? O zaman yaşamı bırakıp ölelim mi diyenler olsa gerek orada bir yerde (?)...

   Onlara yine ruhsal platoda olanı hatırlatmak isterim: Orada ise her şeyin geçiciliği bilincinde, olanı olduğu gibi kabul ederek, tutmadan, tutunmadan, kaçmadan, kovalamadan, kalbine doğan istekleri andan ana ruhunun bilgeliğiyle, ruhunun rehberliğiyle, onurlandırarak, coşkulu bir nehir gibi akmak ya da oyuncu yunuslar gibi keyifle yol almak var.

   Yol görünmüyor olsa bile güven duymak, güvende olmak, bilinçli yaratıcılar olmak var.

   Bu kadar cümle aslında sadece şu 3 şeyi anlayabilmemiz için kuruldu:

   1. Zihin-Ego frekansında Yaşam acıdır. Acı tepkiden doğar ve sürekli çoğalarak birikir.

   2. Bilinçlerin frekans olarak yükselişi ile her şeyin geçiciliği daha kalıcı bir bilgi olarak öğrenilir, bu insana olanı kabul etme gücü verir; tepkisellik pozitif ve bilge eylemlerle yer değiştirir.


---

   Daha önceki yazımda demiştim ki Vipassana meditasyon herşeyin geçiciliğini içsel ve kalıcı olarak edinmenin önemli bir aracıdır. Vipassana tekniğinin uygulanışı hakkında bilgi vermeden önce bütün bu cümlelerin kurulması ve temel gerçeklerin göz önüne serilmesi gerekiyordu.

   Takip eden yazıda artık teknik hakkında yazacağım; ruhsal akış o an buna izin verirse...

   Not: Tüm bu yazdıklarımı ruhumun verişiyle kalbime geldiği gibi yazdım. Ben de bir ucu hala ego-acı platosunda olan altı üstü insan bir varlığım. Benim de tepkiye düştüğüm anlar, duyduğum acılar var. 

   Şu kadarını deneyimimden aldığım cesaretle ve iç rahatlığıyla söyleyebilirim ki, ruhsal gelişim yönünde atılan her adım insanı acıdan içsel huzura doğru yaklaştırıyor. Daha az acı daha fazla huzur geliyor. 

   Tamamen acıdan çıkılır mı; bu yaşamımızda bizlerin kaderinde bu var mı? Bunu da önümüzdeki yazıda ele almak isterim-ruhum konuşursa. 


Pundecherry (Auroville) Tren istasyonu-Güney Hindistan

Not: Delhi'nin kornoları çala durdu. Çaldı.NOKTA.



Maya'ya sordum.
-Maya Delhi'de gördüklerin seni şok etti mi?
--Hayır
- Hiç mi?

Düşündü, içini kontrol etti, kendini hissetti, konuştu:

-Hiç.

Thursday, 16 January 2025

84. Vipassana Yazı Dizisi 2 - On gün Vipassana İnzivası-deneyim ve anlayışlarım

 

(Cameron ile birlikte Pushkar'da. dışarı çıktığımız ilk günün akşamı)

Vipassana yazı dizisi 2

On gün Vipassana İnzivası-deneyim ve anlayışlarım


(Takip eden yazılarda tekniğin kendisini anlatacağım)


     10 gün Vipassana inzivası: Dünyanın çoğu ülkesinde, Dhamma Vipassanna gönüllü kurumu tarafından kurulmuş, bağışlarla ve gönüllü çalışanların hizmetiyle sürdürülen merkezlerde, Buddha’nın aydınlanırken kullandığı meditasyon tekniği olan Vipassana’yı, yani olanı olduğu gibi görme meditasyonunu, öğrenmek için gelip, on gün konuşmamaya söz veren kimselerin katılıp deneyimlediği 10 gün süren ruhani inzivadır.


---


     Dışarı çıkalı üç gün oldu. Bu yazıyı size oradan yazmam mümkün değildi. Çünkü kapısından girer girmez, telefonlarımızı, defter ve kalemlerimizi, laptoplarımızı, kıyafet dışındaki tüm özel eşyalarımızı bizden teslim alıp kilitlediler. Ayrıca zihnen sessiz kalma sözü verdiğimiz için de bu yazıyı orada, zihnimde dahi olsa yazmam mümkün değildi. Ancak sessizlik sözünün bittiği onuncu gün bu yazıyı kaleme almak kalbime ve zihnime düştü. Kalbim bu muhteşem tekniği herkese anlatmak ve birilerine bir gün dahi olsa Vipassana’yı deneyimlemeleri için ilham olabilmek isteği ile coşkulu akan bir nehir gibi yükselip taştı. Yazının ilk cümleleri o taşkınla zihnime akıp belirdi ama kendimi tuttum. Hayır dedim kendime; şimdi ve burada değil. Söz bitmiş olsa bile biraz daha sessiz kalmalıyım.

     İçimden şimdi öyle geldiği için, yazmaya başlamadan önce gözlerimi kapatıp oradaki onuncu ve son geceme gideceğim. O gece nasıl hissettiğimi, o an neleri fark ettiğimi, neleri bilmeye layık olduğumu hatırlayıp, şimdi o anda ve oradan yazıyormuş gibi bu yazıyı kaleme almaya başlayacağım. Bütünün en yüksek hayrına olsun.

---

     On gündür Pushkar Dhamma Vipassana inziva merkezindeyim. Burası çölak bir bölgede ufak bir vaha gibi. Merkez herhalde yirmi dönüm kadar büyük. Yer yer sadece kumluk, yer yer kocaman yeşil ağaçlar. Çıplak ayakla yürüdüğüm yürüyüş patikalarında bir çok kristalize olmuş taş gördüm. Gündüzleri 30 derece geceleri 5-6 derece.

     Bu gece buradaki son gecem. Yarın sabah ‘normal’ hayata, daha değişmiş, derinleşmiş algılarla ve daha keskinleşmiş bir dikkatle geri döneceğimi umud ediyorum. Heyecanlıyım ama heyecanın kontrolsüz çıkışına, zihnimi bulandırmasına izin vermemeye gayret ediyorum. Bitmek bilmez bir gayret bu. Yuuka ve Maya aklıma sıklıkla geliyor. İki aydan usun süre ayrılığın ardından, sadece beş gün kaldı buluşmamıza. Ah bu heyecanı kontrol altında tutmak çok zor. Onları o kadar çok seviyorum, bazen aklıma geldiklerinde gözlerim yaşarıyor.

     On gündür verdiğim Noble Silence (kutsal-soylu sessizlik) sözünden ötürü sessizim, konuşmuyorum. Öğretmenin kulağına fısıldayarak sorduğum iki soru dışında ağzımı açmadım. Bir de odamdaki kertenkeleyle yanlışlıkla konuştuğum bir iki an oldu. İlkinde perdenin arkasından aniden çıkınca korkup, ‘Dostum korkuttun beni’ demiştim. Diğer sefer ise onu odadan dışarıya, özgürleştirmek niyetiyle çıkartmaya çalışırken, ‘Niye içeride durmaya bu kadar meraklısın?’ diye sormuştum. İnsan zihni kontrolsüzce akıp düşünce ve ses yaratmaya meyilli. Bazı insanlar yürürken veya meditasyon esnasında fark etmeden yorgunluğun, can sıkıntısının, zihinsel buhranın seslerini çıkartıyor; parmaklarını çıtlatıyor, of diyor, uf diyor, sesli esniyor, mırıldanıyor. Çoğu zaman insanlar ne yaptıklarının farkında değil; yürüdüğünün, konuştuğunun, hissettiklerinin, sebep olduklarının farkında değil. Ben de kertenkele ile konuştuktan hemen sonra fark ettim ne yaptığımı.


     Bir Ramazan klasiği: Hocam yanlışlıkla yemek yedim orucum bozulur mu? :)

     Hayır yavrum.


     On gündür yere bakarak yürüyorum karıncaları ezmemek ve kimseyle yanlışlıkla göz göze gelmemek için. Benim gibi elli kadar erkek var çevremde. Kadınlar ise göremediğimiz, merkezin diğer tarafında. İki bölge arasında yüksek bir duvar var. Toprak patikalarda yürüyüp yan yana geçerken erkek kardeşlerimin ayaklarını görüyorum. Onları hissediyorum. Bir öksürük ya da istemsiz çıkardıkları bir sesi duyuyorum. Onlar hakkında bir düşünce yaratmamaya gayret ediyorum. Zihin diğer insanlar hakkında bir çıkarımda bulunmaya meyilli. Bir giyim tarzından, bir yürüme şeklinden hatta bir kokudan kolaylıkla karakter hakkında bazı fikirler hatta yargılar üretebiliyor. Bunu da çoğunlukla fark edemiyor.

     Tüm dikkatimin kendi varlığımda toplanmasına çok çok önem verdin. Zihnimi elimden geldiğince kendi içime hapsettim. Bazen nefesim neredeyse yokmuşçasına zayıflıyor ve o derece sessizleşiyor. Kendimde olmak ve sessiz olmak için sürekli gayret halindeyim. Hayatın yalnızca 10 günü ne de olsa. Zihnim ve egom üstünde ruhsal bir kontrol gücü kazanabilmek için eşi benzeri olmayan bir şans. Bunu iyi değerlendirmeliyim.

     On gündür her gece dokuz buçukta ışık söndürüp yatıyorum. Döşeğin üstüne serdiğim ince bir pikenin üstünde uyuyorum. (Bu, yalnızca kurala layığıyla uyacak olan eski öğrenciler için geçerli). Çok sert ve düz. Çoğunlukla sırt üstü uzanırken uykuya dalıyorum. Yan yatmak acı verici. İlk günler daha acıtıcı ve zordu ama bu gece artık öyle hissediyorum ki kemiklerim, omurgam, iç organlarım belki mikro seviyelerde yer değiştirdi ve daha olması gereken yerdeler şu anda. Ruhsal ve fiziksel ince ayarlar el ele gidiyor.

     Uykuya dalmadan önce aklıma düşünceler üşüşüyordu hep. Mayam nasıl, Yuukam nasıl, ailem nasıl?

     Sonra hemen hatırlatıyordum kendime:

     Maya benim değil. Yuuka benim değil. Aile benim değil. Hatta kullandığım bu beden bile benim değil. Benim olan hiçbir şey yok. Ben hiçbir şeyin sahibi değilim, asla da olmadım. En yüce hakikat bu ama anılarım öyle demiyor. Anılarım geçmiş boyunca sahip olduğumu sandıklarımla dolu. Örneğin senelerce hayatım dediğim şey. Öyle bir şey yok. Hayat benim olamayacak kadar sonsuz ve evrensel. Sahiplenmeyi bırakmaya gayret gösteriyorum. Mutlu bir yaşam ve mutlu bir ölüm için de bu bir şart.


     Sonra şöyle şükrediyordum:

     Yaradan, bu evlat için teşekkür ederim. Bu eş için teşekkür ederim. Bu aile için teşekkür ederim.

     Bu beden için teşekkür ederim, bu nefes için, bu hayat için teşekkür ederim.


     Bir an; yalnızca bir an; bütün hayat yalnızca bir an ve her şey doğuyor, ilerliyor, geçiyor.

     Her şey geçici bir an için bir birine yoldaş ve emanet. Bir emaneti, bir yoldaşı sahiplenmek yalnızca ve er ya da geç acı doğurur.


     Bu, son on iki senedir irade gücüyle kazanmaya gayret gösterdiğim ruhsal değer. Her şeyi o sahiplikten çıkartmak kolay da aile en zoru. Aile fertlerinin, özellikle de evladın sana ait olmadığını zihinsel ve varlıksal olarak anlayabilmek, kabul edebilmek, bırakabilmek en zoru.

     Annemi şimdi daha iyi anlıyorum ama annemin yapabildiğinden daha iyisini yapabilmeliyim. Çünkü daha yüksek bir bilinci emanet etmeliyiz evlatlara, gelecek jenerasyonlara.

     Her şeyin geçici olduğu dolayısıyla da sonsuza dek hiçbir şeyin gerçek anlamda sahibi olamayacağınız anlayışına henüz varmadıysanız, ya da bu anlayışa yalnızca entellektüel olarak, zihinsel olarak vardıysanız bu söylediklerim size duygusuz, hatta soğuk gelebilir. Hatta Maya duysa ağlar; nasıl olur da ben babamın Maya’sı olmam diye. Şimdi bunu bu cümleye döktüğümde gözüm yaşardı. Nabzım bir kere daha, Mayammmmm demek için can attı. Tabii ki ona Mayammmm diyeceğim. Önemli olan kelimeler değil. Önemli olan hakikat. Önemli olan her şeyin geçiciliğinin içsel anlayışı ve bu anlayışla sevdiklerimizi ya da materyal dünyayı zihinsel kancalarla tutmadan, kendimizi ve onları sahiplik düşüncesine hapsetmeden, kendimizi ve onları özgür bırakarak yaşayabilmek. Onun bana ait olmadığını içsel olarak bildiğim sürece hitap şeklimin bir önemi yok.

     Vipassana’nın nasıl her şeyin geçiciliğini zihin ötesinde, ruhsal bir deneyim olarak içeride öğrettiğini, bu bilişin içsel kazanım halinde insan hayatını nasıl olumlu şekilde değiştirdiğini takip eden yazılarda anladığımca açıklamaya çalışacağım.

     Buddha bu anlayışın yoksunluğunun, tutunma veya kaçınmaya sebep olduğunu, tutunma ve kaçınmanın zihinsel ve fiziksel acıya yol verdiğini, bu acının sürekli katlanarak çoğaldığını ve yuvarlanıp giderek hep gelecek reenkarnasyonlara yol açtığını kendi içinde keşfetmiş. Vipassana, bu dönüp duran tekerleğin içinden çıkabilmesi için insana yol gösteren ruhsal bir araç ve Buddha’nın aracılığıyla insanlığa verilen bir hediye; başka üstad ruhlar aracılığıyla insanlığa verilmiş diğer büyük hediyelerden biri.

     Nerede kalmıştım...Gecelerimi anlatıyordum. Şükrettikten sonra daha da derin bir farkındalık geliyordu ve kutsal sessizliği zihnimin içinde bozduğumu fark ediyordum. Bu sessizliği şükretmek için bile bozmamalıydım. Her nefes şükürdü zaten. Olsun diyordum sonra; altı üstü insandım bir yanımla ve hata yapmak bana mahsustu. Tanrıya şükretmeyi bırakmak, böyle kutsal bir amaç için bile olsa çok zordu.

     Nefesimi dinleyerek zihnimi düşüncesizce bir noktada toplamaya gayret ediyor, nefesimi dinlerken uykuya dalıyordum. Aslında bu o kadar da zor değildi. Aklıma Yuuka’yla Maya ve annemle kız kardeşim gelip geçtikten sonra başka hiçbir düşünce kalmıyordu. Hiç. Onlar uğrayıp zihnimden geçtikten sonra düşünecek başka da bir şey kalmadığından kolayca nefesime odaklanabiliyordum. Hikayemi bilmeyenler tuzu kuru herhalde diye düşünebilir.

     Kızım ve eşimle, nerede yaşayacağız, nasıl yaşayacağız bilmeden yollara düştük. Bir göç halindeyiz ve tek planımız akışta olmak. Tek güvencemiz Yaradan. Zihinsel olarak yeterince dinginleşmemiş biri bu koşullarda değil bir dakika nefesine odaklanmak, belki sabaha dek uyuyamazdı. Huzurlu uyuyabilmemin sebebi gamsızlık değil, hayatı oluruna bırakabilme, ilahi plana güvenebilme, Yaradan’a sığınabilme halinden doğuyor. Bu arada bu söylediklerim Vipassana öğretisinin bir parçası değil. Vipassana ne Tanrı’dan, ne ruhtan bahsediyor. Aktardıklarım bir vipassana’cı anlatısı değil. Tamamen dünyasal yaşamımın evrensel olan ruhumla karışımından çıkan tad- bu andaki bilinç halim ve anlayışım.

     On gündür bana bir bağışçı tarafından verilmiş iki öğün yemeği yiyordum. Bana bu yemeği kimin bağışladığını bilmiyorum. Başkasının bağışladığı yiyeceği yiyerek ruhsal gelişim için çalışmak insana on gün bile olsa bir rahip, bir keşiş olmayı deneyimletiyor. Burada bu şekilde kalışım tamamen hayır sever insanların vipassana merkezine yaptığı bağışın sonucu. Kalanlar sonra bütçeleri ve kalpleri el verdiğince yapacakları bağışlarla kendilerinden sonra gelecek olanların yemek, elektrik, su gibi masraflarını karşılayacak. Bu merkezin üstüne kurulduğu toprak, tüm binaları, tüm elektronikleri, her şeyiyle bağışların sonucu. Böylece bir şeyin alınıp satılmadığı, sürdürülebilirliği yalnızca bağışlarla sağlanmış, en saf bir alan yaratılmış. Öğretmenler, Vipassana üstatları kurulunun eğittiği, görevlendirdiği, hayatını Vipassana’nın yayılmasına adamış ve ömür boyu gönüllü çalışan kimseler. Mutfakta, temizlikte, organizasyonda çalışanlar ise her 10 günde bir değişen bir gönüllü ordusu.

     Kahvaltı sabah 6’da, ikinci öğün sabah 11 buçukta. (Yeni öğrencilere akşam 5’te çayla birlikte birkaç bisküvi veriyorlar, ya da bir bardak çorba.) On gündür her sabah dörtte çan sesiyle uyandırılıp, sıkı bir zaman çizelgesini dakikası dakikasına takip ederek 9-10 saat meditasyon yapıyorum. Emin değilim dokuz mu on mu. Dakika ve saatleri hesaplamanın bir anlamı kalmadı. Sanki zaman duruyor burada. Sanki sonsuzluk boyunca buradayım. Onun için gözünü kapatıp meditasyona başladığında, bir süre sonra içinde “acaba yarım saat mi oldu, 45 dakika mı” diye soru doğduğunda, gülümseyip bırakıyorsun. Sonsuzluğun içinde beş-on ya da doksan dakikanın lafı olmaz çünkü.

     Bugün, yani onuncu gün, sabah meditasyonunun sonunda sessizlik sözümüz sona erdi. Herkes, soluna sağına, arkasına dönüp, çevresindekilerin yüzüne baktı ve içten gülümsemelerle birbirini selamladı. Sessizce meditasyon salonundan dışarı çıktığımızda, güneşin aydınlığında tek tük kelimeler duyulmaya başladı. Genç bir Amerikalı çocuk, adı Ian; elini bana uzattı. 2 metreden uzundu bu genç adam. Kafamı yüzüne doğru kaldırarak konuştum.


“Nasılsın, nasıldı, nasıl geçti?”, diye sordu.

“İyi acı çektim. Mümkün oldukça dengeli bir zihinle acıyı tepkisizce göğüslemeye çalıştım. Bu bazen mümkün olmadı. Bazen acıya yenik düştüm. Bazen tam tepkisiz kalabildim.”

“Bu ilk inzivan mı?”

“Hayır. İki kere (Hindistan) Dehradun’da katıldım, bir kere Japonya’da. Bir kere Tayland’da Budist manastırında katıldım ama o Dhamma Vipassana değildi. Onu saymazsak bu dördüncü, onunla birlikte bu beşinci. Yani bir bakıma bugün bu deneyimi ellinci gün deneyimleyişim.”

“Buna inanamıyorum. Bu çok zordu. Yani bir saat yerinde kımıldamadan oturabilmek, düşünceleri susturabilmek... Beşinci defa böyle bir şeye gelebileceğimi sanmıyorum.”

“Ah ilk seferinde ben de öyle demiştim herhalde :) . kendine biraz zaman ver. Yaşadıklarını, kendine dair anlamaya başladıklarını zaman içinde sindireceksin. Kazanımlarını fark edecek ve derinleştirmek isteyeceksin. Belki o zaman bir kere daha gelirsin.”


     İan henüz 24 yaşındaydı. Gözleri kalbinin saflığıyla parlıyordu ama zihninin hareketliliğiyle titreşiyordu.

“Ian sen şanslı bir adamsın kardeşim. Henüz 24’ündesin ve böyle kutsal bir hakikatin kapısına bu yaşında vardırıldın. Ne zaman kapıdan geçersin, ne zaman kapının ötesindeki hakikatte yerini edinirsin bilinmez ama bu kapıya varmış olman bile büyük ve önemli bir şey.”

“Ahh içimi rahatlattın. Ben de başarısız oldum diye kendimi hırpalamaya başlamıştım.”

“Hiç de bile. Sen kazandın bile. En düşük ihtimalle ki o zihinsel bir kazanım; böyle zor bir deneyimin üstesinden gelebileceğini kendine kanıtladın ve irade gücünü hissettin. On gün vipassana yapabildiysen hayatta daha neler neler yapabilirsin.”


     İan iyice rahatladı ve birden neşe fışkırdı içinden. Çünkü kendisini henüz kutlamamıştı ve sessizlikten çıkar çıkmaz duyduğu bu ilk sözler o neşeyi ve kutlamayı saklandığı yerde bulup dürtmüştü. Sesini özgürce koy vererek kahkaha attı.

“Doğru, doğru dedi... neler neler yapabilirim.”


     Ian’dan ayrılıp birkaç adım yürüdüm ki karşıma Cameron çıktı. Tahminen 30’lu yaşlarında bir Amerika’lı. Elini uzatıp benimle tanıştı.


“Nasılsın kardeşim, nasıldı? Bu senin kaçıncı vipassana inzivan?”, diye sordu.

“Beşinci ve ilk kez bu defa layığıyla yapabildiğimi, hakkını verebildimi hissediyorum. Hayatımda gösterdiğim en samimi gayretti.”

“Ah, senin için çok sevindim. Ben başaramadım. Onun için canım biraz sıkkın. Altıncı güne dek herşey güzzeldi ama sonra birden zihnim dellendi ve birtürlü durduramadım.”

“Kardeşim ruhsal uyanış on günlük bir olay değil; o ömürler boyu süren bir yolculuk ve o uzun yolculukta yalnızca küçücük, minicik bir anın içindesin. 6 gün ne kazandıysan cebinde. 4 gün ne kazanamadığını düşünüyorsan önünde. Bence bu an kutlanacak bir an. Öyle değil mi?”

     Cameron derin bir nefes verdi. İçsel olarak kendini öyle sıkıştırmıştı ki bu son dört gün sanki nefesini tutmuştu. Sonra çok derin bir nefes aldı gözlerini kapatarak.

“Bu çok doğru, bunu duymak çok rahatlattı,” dedi gülümseyerek.

“Hem", dedim.... "Bugün son meditasyon, hani özel olan, hani kazanılmış tüm şifa ve iyiliği bütün dünyayla paylaştığımız o on dakikalık kısa an... İşte onun için burada olmaya değmez mi? İster 6 gün ister 1 gün başarmış ol. O kazancı bütünle paylaştığın o kısa an, o kutsal patlama için değmez mi, dedim ve gözümden yaşlar geldi. Çünkü o anı hatırlayıvermiştim.

Şöyle devam ettim:

“Biliyorum senin de kalbin bütün varlıkların iyiliğini istiyor ve bunun için çarpıyor ve bunun için buradasın. Bütün varlıkların mutluluğu için buradasın ve buna hizmet ettin bile. O halde artık kutla kardeşim.”

     Onun da gözleri nemlendi. Biliyordu sözlerimin doğruluğunu. Çünkü öyleydi. Çünkü öyle sevgiyle titreyen bir kalbi vardı. Teknik ciddiyetle yine egzersiz edilebilir ve geliştirilebilirdi. Kalp ise çoktan tatmin olmuştu yaşananlarla. Sarıldık ve ayrıldık. Yürüdüm odama doğru.

     Sonra yaşadığım 15 dakika beni de şaşırtmaya başladı. Çünkü bir biri ardına insanlar karşıma çıkıp benimle konuşmak istediler. Bu insanlar beni merak ettiklerini söylediler. Bana sessizliğimden çok etkilendiklerini söyleyenler, oturuşumun hiç bozulmadığını söyleyenler... Şaşırdım. Çünkü herkesin dikkati kendi içinde düşüncesiyle on gün geçirmiştim. Oysa çoğu kimse birbirini merak etmeye daha ilk günden başlamışlar.

     Biri dedi ki hayatımda gördüğüm en sessiz insansın. Ona kardeşim nasıl olur, hepimiz sessizdik dedim. “Bilmiyorum, işte öyle hissettim”, dedi.

     Bir Hintli genç kardeş bana deneyimini anlatıp bu konu hakkında ne düşündüğümü sordu:

“Meditasyonum esnasında ağladım. Sonra da kendimle alay ettim. Böyle ruhani bir yere gelmiş olmaktan ötürü, böyle bir deneyimin ağlamaya sebep olabileceğine inandığın için ağlıyorsun, dedim kendime. Bu alaycı tarafım beni çok rahatsız ediyor. Sen ne dersin?”

“ Görünen o ki, hisseden ruhani olan tarafın, analitik ve düşünen tarafınından zayıf kalmış uzun süre boyunca. Bunun çabuk ve mucizevi bir çaresi yok. Ruhani yönde bu inziva gibi atacağın her adım seni giderek daha hissel, ruhsal, özsel bir var oluşa yaklaştıracak ve  ruhaniyetinle dalga geçen tarafın günden güne gücünü kaybedecek. Bundan ziyade, belki ailende ruhaniyeti dalga konusu eden, güçlü zihin ve egoya sahip bir büyüğün vardır...?”

“Evet babam!”

“Hah, işte bunu fark etmen ve senin baban olmadığını, senin kendine mahsus bir insan olduğunu fark etmeye başlaman ve bu kendine has karakterini günden güne daha özgür ifade etmeye başlaman da seni adım adım gerçek benliğine doğru yaklaştıracak.”

“Ah bu soruyu vipassana öğretmenine sordum ama bana yalnızca tekniğin kendisinden söz etti.”

“Çünkü burası sana yalnızca tekniği öğretmek için var. Kalp hastasıysan, sana bunun babanla ilişkisini anlatmaz teknik. Teknikte hikayenin hiçbir önemi yok. O hikayenin yarattığı içsel ve fiziksel hisleri dinlemek önemli. Öğretmen de bundan fazlasını söyleyemezdi sana hem de bildiği halde.”

     ...ve bu böyle sürüp gitti. Gün içinde insanlar gelip bana bazı sorular sorup, bazı cevaplar alıp gittiler. Onlardan fiziksel olarak hiçbir farkım yoktu ama bir şekilde bana çekilmişlerdi. Önce şaşırdıysam da sonra çok anlamlı geldi. Çünkü başkalarına ruhsal rehberlik etmek öz benliğimin varlığıma verdiği en has tutku. İnzivanın sonunda öz benliğime ne kadar yaklaştıysam, onun bana verdiği bu has tutku ne kadar güçlü içimde ortaya çıktıysa etrafıma gönderdiğim titreşimsel yayın da öyle ve o yönde olmalıydı. Herkes içinin titreşimini dışına yayınlar ve bu yayının çektikleriyle yüzleşir. O gün orada içimdeki ışık çok güçlü titreşiyor ve o insanları bana doğru çekiyordu.

     Yine de, on gün süren sessizliğin sonunda bu kadar söz dinlemek beni yormuştu. Günün geri kalanını merkezin daha sessiz arka bahçelerine kaçarak geçirdim. Beni orada da buldular. 3 Hintli arkadaş, geldi ve dediler ki, bu gece bizim odamıza gelir misin? Vipassana muhabbeti edeceğiz. Seni duymak isteriz.

     Dedim ki, “öğretmenimiz Goenka Ji anlatılması gereken her şeyi anlattı, hepimiz dinledik ve bu an için ve hepimiz için bu kadarı kafi. Bu gece her geceki gibi saat dokuz buçukta yatmamızı öneririm. Ben öyle yapacağım.”


     Sonra komşuma gittim ve ben de ona şöyle dedim.


     “Sessizliğin huzur vericiydi. Teşekkür ederim.”


11. gün, sabah yine 4'de uyanacaktık. Üstadın biz ayrılmadan vereceği son öğretileri alacakve son bir meditasyon yapacak, ruhsal ışığı tüm dünyayla son bir kez paylaşacaktık. Bize son bir kahvaltı verip uğurlayacaklardı.


----


Devam yazısı belki 1 hafta içinde gelecektir. 

Yarın canlarımla sonunda buluşuyorum kısmetse.


Aşk ile Hu







Wednesday, 15 January 2025

83. Vipassana yazı dizisi 1 - Milyoner Carlo- Vipassana- Jaipur Hindistan Ocak 2025

    
 

     Dün akşam yeni vardığım Jaipur’da, yeni otelimin odasına giriş yapmak üzereyken koridordaki yabancı bir centilmenin otel çalışanı ile konuşmasına denk geldim. Başımı çevirip baktım. O da o sırada dönüp bana baktı.


“Jesus Christ”- “İsa Mesih” dedi tiyatral bir ses tonuyla, ellerini havaya kaldırarak.


Kapının kilidiyle uğraşıyordum ve henüz açamamıştım. Dönüp etrafıma baktım onu şaşırtan bir şey mi oldu diye görmek için.

Parmağını bana doğru işaret ederek “Sen sen” dedi. “İsa Mesih’e benziyorsun.”

Hala kapının kilidiyle uğraşırken yanıt verdim.

“Umarım bir gün kalbim onun kalbi gibi saf olur.”

Bana doğru yürüyüp yanıma vardı.

“Neden öyle dedin?”

Sanki bilmezlikten değil de benden duymak istediğinden ötürü sormuştu.

“Eğer bir nebze benziyorsa; dış görünüşümün ona benzemesinin hiçbir önemi yok. Ona benzemesini isteyebileceğim tek şey kalbimin saflığıdır.”


O vakit gözleri hemen yaşararak kocaman bir gülümsemeyle iki elini uzatıp elimi bekledi. Normal bir el sıkışma değildi. Verdiğim tek eli iki eliyle birden kavrayıp sıkıca tuttu.


On dakika sonra lobide buluştuk bir çay içip on dakika söyleşmek için.

İlk söylediği söz şöyle oldu:

“73 yaşındayım.”


Güzelce taranmış gri saçları, düzgün kesim top sakalı; uzun ve güzel yapılı, dinç görünen bedeni, şık ve modern yolcu kıyafetleri ile en fazla 57 gösteriyordu.


“Bil bakalım nereliyim?”, diye sordu.

“İtalya ya da Yunanistan?”

“İtalya. Adım Carlo”


     Tanışmış olduk.

     Birden bire başladı hayat hikayesini anlatmaya. Babasıyla ve erken çocukluğuyla başladı hikayeye. Şaşırdığımı belli etmedim. Belki bir çay içerken yolculuğumuz hakkında söyleşiriz diye düşünmüştüm. Birkaç dakika sonra hikayesi iyice derinleştiğinde durumu tamamen kabul edip daha gerçek bir ilgiyle dinlemeye başladım. Belliydi ki dinlemek için oradaydım. Dinledim.

     Çocukluğunda Sardinya adalarına göç etmişler. Babası bir maden ocağında çalışarak 3 çocuğunu ve eşini zor yaşam koşulları altında hayatta tutmuş. Baba çöken bir madenin altından sağ çıkan birkaç kişiden biri olmuş. O kazada 350 arkadaşı ölmüş. Velhasıl, Carlo, evde dört kişiyi geçindirecek maddi imkan olmadığı için ücretsiz ve yatılı bir rahip okuluna gönderilmiş 14 yaşında.

     Rahip okulunda spor derslerinde onun çok sağlam bir bedene sahip olduğu ve iyi futbol oynayabildiği görülmüş. Rahipler demiş ki sen rahip değil futbolcu olmak için doğmuşsun. Carlo’yu iyi bir antranör ve sporcu avcısıyla tanıştırıp onun himayesine vermişler. 17sinde Carlo amatör lige çıkmış. Çok iyi bir oyuncuymuş ve yıldızı hızla parlıyormuş. Zengin olup babasını kalkındırmak ve onun gurur duyduğu oğlu olmakmış hayali. Futbolu da öyle bir savaş olarak görüp, öyle oynamış. Savaşlarda ne olursa ona da öyle olmuş. Kötü bir yaralanmayla spordan düşmüş. Böylece futbol aracılığıyla başarılı ve zengin olma, babasını gururlandırma ve kalkındırma hayali yıkılmış. 

     Yılmamış. 18’inde Amerika’ya işçi olarak gitmiş. Hem çalışmış hem üniversite okumuş. Bir taraftan ailesine para da göndermiş. Sonunda ekonomi okuyup, üstüne master yapıp ekonomi dalında Doktora almış.

     Onca yıl akademisyen olma hayaliyle günde 5 saat uykuyla hem okuyup hem çalıştığını ailesine hiç anlatmamış. Onlar onu yalnızca Amerika'da çalışıyor sanıyormuş. Hep o mükemmel günü bekleye durmuş; elinde diplomalarıyla babasının karşısına çıkacağı günü.

     Sonunda o gün gelip çatmış ama babası artık ölüme yakın, yaşlı ve hasta bir adammış. Carlo babasının doğum gününde eve dönmüş.


     Carlo:

“Tüm aile çorap gibi, bardak gibi anlamsız hediyeler vere durdu ihtiyara, sanki birine bile ihtiyacı varmış gibi... Bense ...”


ve Carlo’nun boğazı düğümlendi. Konuşamadı. Dudakları titriyordu.

“Ben...”

“Ben kalkıp önüne gittim. Diplomalarımı eline uzattım.”


     Bu cümle tamamlandığında 73 yaşındaki Carlo’nun gözlerinden ince ince damlalar süzüldü.

     Benim de gözlerim onunkilerle birlikte yaşardı. Çünkü onun yalnızca sözlerini değil içini de dinliyordum ve içi başarmanın, zorlukların altından kalkmanın haklı gururuyla titrerken bir taraftan da babasının zorlu hayatı için hala hüzün duyuyordu.”


     Carlo:

“Babam diplomaları elinde tuttu, baktı baktı baktı... Sonra kalktı, hiç birşey söylemeden odasına gitti, kapıyı kapattı ve bir daha çıkmadı o akşam. Ertesi sabah kahvaltıya geldiğinde beni omuzlarımdan tuttu ve oğlum benim, doktorum benim, dedi.”


     Sonra göz yaşlarına boş yere hakim olmaya çalıştı Carlo. Yüzünü sildi, burnunu fınkırdı, boğazını temizledi, yüzünü ciddileştirdi etrafına bakındı başka gören var mı diye ve birden güçlü Carlo imajına giriverdi. Başarı hikayelerini anlatmaya başladı. Çok talihli bir adammış ve çok zekiymiş. Zekası özellikle bir şeyleri pazarlama üzerine keskinmiş.

     “En boktan bir kalemi sana satabilirim hatta büyük annemi bile satabilirim”, dedi.

     Küçük ticaretlerle başladığı yolculuğu onu milyonerliğe ve bir camiada belli bir üne ulaştırmış. Adını saydığı dünyaca ünlü moda markalarında pazarlama müdürü olmuş. Yönetim çemberlerinin başkanı olmuş. Çok ünlü modellerle, çok ünlü iş ve sanat dünyası insanlarıyla tanışmış. Operalarda dostlarına balkon kapatmış. Kendisinden kat ve kat zengin dünyayı parmağında oynatan tür adamlarla dahi tanışmış ve onlar için bazen çalışmış da.

     Konuşurken bir ara, hızla bir pençe gibi kullandığı sağ eliyle dizimi yakaladı ve dedi ki:

“Ticarette saldırgan bir köpek gibi ısırır ve asla bırakmam. Kopartana dek bırakmam!”


     Carlo konuştukça hırsları, savaşçılığı, savaşlardaki kirli dövüşü, şehveti, kendinle övünen egosentrik halleri giderek görünmeye başladı. Bana telefonunda o eski hayatının fotoğraflarını gösterirken, beni etkilemeye çalıştığını fark ettim. Birden bire lafa girdim ve dedim ki:


“İlgilenmiyorum Carlo. Hayat hikayeni bana açman ve benim buna şahit olmam hoştu ama daha fazlasıyla ilgilenmiyorum. Duymayı kabul edebileceğim kadarını duydum.”


Çok şaşırdı ve mahcup hissetti.


     Lütfen, dedim, “hiç gerek yok mahcubiyete. Dürüstlüğü severim; yalandan dinleyişleri ve gülümsemeyi sevmem. Sana karşı saygımdan ötürü, bu kadarı bana kafi demek zorundayım.


     “Ne oldu bana bilmiyorum genç dostum. Ben hikayemi kimselere böyle anlatmam. Seninle göz göze geldiğimizden ve oturduğumuzdan beri dilim çözüldü. İstediğimden daha fazlasını anlatır oldum”.


     Gerçekten de istediğinden daha fazlasını anlattığı doğruydu. Mesela uluslararası hava ambulansları işleterek patronuna milyarlar kazandırmış ve bunu yaparken google’a büyük rüşvetler vererek ilk 9 reklamı kapattırmış. 9 farklı gözüken firma yaratmış ama hepsinin arkasında o varmış.

     Mesela Hindistan’da hastalanan bir turisti alıp ülkesine getirecek ambulans için bedel en birinci çıkan firmada 150 bin dolar ve 9. sırada çıkan firmada 120 bin Dolar'mış. Böylece kişi farklı şirketler arasında seçim şansı olduğunu sanarak hangisini seçerse seçsin aslında parayı ona ödüyormuş.

     Tüm bunları anlatırken Carlo’nun yüzü seyiriyor, dudakları çekiliyor ve köpek dişleri gerçekten gözüküyordu.


     Sonra ben konuştum.

     “Carlo sen başkalarının hikayelerini merak eder misin? Dinler misin? Yoksa yalnızca kendini mi anlatırsın? Çünkü bir saat oldu oturalı ve hakkımda hala hiç bir şey bilmiyorsun.”


     Yüzü bir daha mahcubiyet ve şaşkınlık geçirdi.

“Kimse uzun zamandır bana bu kadar dürüst davranmadı. Affedersin, haklısın. Şimdi merak ettim işte, gerçekten. Sen kimsin?”


     Hikayemin ana hatlarını detaylara girmeden biraz anlattım. Diplomalarımı ve gemi cüzdanlarımı yaktığımı söylerken yüzündeki ifadeyi inceledim. Şaşkınlığı hat safhaya çıkmıştı. Diploma onun için çok önemliydi. Ona göre hayat başarısının bir kanıtıydı ve toplumda saygı değer bir yer edinmek isteyen herkesin böyle kanıtlara ihtiyacı vardı. İşte şimdi Carlo’nun oğlu bilmem hangi büyük üniversiteden profesör olacaktı ve kızı başka bir okulda başka bir pozisyonda...

     Maya’yı okuldan aldığımızı, yeni bir hayat yaratabilmek ve Maya’ya daha özgür, özel ve gerçek ve ruhsal bir eğitim vermek istediğimizi anlattığımda gözleri iyice açıldı.

     “Genç dostum biz bir birimiziden 180 derece farklı insanlarmışız ,” dedi.

     “Evet ama birbirimizi yargılamadan dinleyebiliyoruz galiba, değil mi? İşte bu yüzden bu buluşma ruhani bir gelişim imkanı sunuyor ikimiz için de. Sana sormak istiyorum. Neden bu ucuz oteldesin Carlo? Neden 5 yıldızlı bir otelde değil de buradasın?”

     “15 senedir iş dünyasının dışındayım. Çok zenginim. Dileseydim beş yıldızlı otelde kalırdım ama oralarda çok kaldım. Tatmadığım şey kalmadı. Dünyayı geziyorum uzun yıllardır. Bazen ranzalı misafirhanelerde bile kalıp 10 kişiyle bir odayı paylaştığım oluyor. Neden bilmiyorum aslında. Galiba bunu seviyorum...”


     “Ahhh belki çok fazla sahtelik vardı o zaman yaşadığın hayatında ve daha gerçek ilişkiler, daha dürüst insanlar, daha sıradan dostluklar yaşamak istiyorsun artık. Belki materyalin geçiciliğini ve boşluğunu fark ettin."

     “Tam da öyle Gokhan ama buradan çıkıp çok lüks bir restoranda şampanya da içiyorum. Lüks hayatı bırakmış değilim. Dünyanın çoğu yerinde evlerim, mülklerim, ilişkilerim var. Mesela Hindistan’da özel taksiyle geziyorum. Benimki biraz kılık değiştiriğ sokağa inen kral misali.”


     Carlo başladı bu defa son 15 sene boyunca ne çok yere gittiğini, ne çok yerde fotoğrafı olduğunu anlatmaya. Tüm bunları anlatırken Carlo’nun köpek dişleri yine gözüküyordu. O artık iş dünyasındaki başarılarıyla bir şey kanıtlamaya çalışmıyordu da, 73 yaşında bir adam olarak hayatı dolu dolu yaşayıp hala sevişebildiğini ve yarışabildiğini farklı bir şekilde kanıtlamaya çalışıyordu. Eski iş arkadaşlarının bu hayatını duyduğunu, çok şaşırdıklarını, onların yaşlı ve göbekli olduklarını, kendisinin genç ve dinç olduğunu, onları yine solladığını, kendini kaptırarak ve yine istediğinden fazlasını ağzından kaçırarak anlatıyordu.


     Bu defa elimi kaldırdım avucumu göstererek ve bu kadar Yeter Carlo dedim.

     “Yeter kardeşim. Gördüğüm o ki sen hala bir başarı kanıtlama hikayesinin içinde yarışıyorsun. Değiştiğini zannediyorsun ama hayatının temel egoist şemali tekrar ediyor. Bana gün gibi açık görünüyor bu ama belli ki sen anlayamıyorsun. Artık yarışmak, kanıtlamak aslında sana acı veriyor olmalı. Büyük ihtimal acıyı duyuyor ama parmağını üstüne koyamıyorsun. İşte bundan ötürü acım diyemiyorsun. İçindeki boşluğu böyle dolduramazsın.”


     Carlo bu defa öncekinden de fena sarsıldı. Sen kimsin ki bana kendi hayatımı ve kendimi bilmediğimi söylüyorsun deme noktasına geldi. Ağzından çıkmak üzereydi bu sözler, bu çok belliydi. Bu olmadan evvel hızla söze devam ettim.


     “Daha dün 10 günlük Vipassana inzivasından çıktım. Vipassana nedir biliyor musun?”

     “Hayır.”

     “Bana lütfen beş dakika izin ver sana anlatayım Vipassana nedir. Dinlediğinde neden konuştuğum gibi konuştuğumu anlayacaksın. Amacım kaba olmak değil. Sözlerim sevgiden.”


     Hayal kırıklığı dolu gözlerini saklayamadan devirdi. Eskiden olsa belki benim gibi birini çiğneyip tükürürdü sözleriyle ve konuşma devam edemezdi. Ama çok şey görmüş geçirmiş ve zihnen açık olması gerektiğini bir nebze anlamış biriydi. O yüzden sabretti. 

     “İyi anlat bakalım.”


(Vipassana’yı takip eden blog yazısında anlatıp sizlere de tavsiye edeceğim için burada Carlo’ya anlattıklarımı detayıyla yazmayacağım.) Özetiyle:


     “Ben” ve “benim arzularım” dediğimiz şeylerin nasıl egomuzdan ve karmamızdan doğduğunu, duygusal ve zihinsel yaralarımızdan doğduğunu hatta ailelerimizin, atalarımızın ve toplumun yaralarından doğduğunu ve hayat boyu tekrar ettiğini; gerçek benin ise bu kimliklerin ötesinde saf, kutsal, gerçek sevgiden ve Tanrısal olduğunu, gerçek benin ortaya çıkartılması halinde onun diğer varlıkların yalnızca iyiliğini ve mutluluğunu isteyeceğini, tüm seçimlerini bütünün hayrına düşünerek yapacağını anlattım. Vipassana’nın içimizdeki sahte beni ve öz beni tanıyabilmemize yarayan, bizleri egonun hapsinden özgürleştirecek bir meditasyon tekniği olduğunu anlattım.


     “Ben gerçekten mutluyum ve dolu dolu yaşıyorum, böyle birşeye ihtiyacım yok”, dedi.


     Dedim ki bu güne kadar bilerek ya da bilmeden yaptığın bütün adaletsiz seçimler, hakkani olmayan rekabet, başkalarına çelme takışların... Bunların hepsinin bir izi varlığında mevcut. Bu iz oradayken asla gerçekten mutlu olamazsın. Başkalarını mutsuz etmiş biri kendisi mutlu olmayı deneyimleyemez. O kişi mutluluk sandığı, aslında nefsine dokunan bazı hisler yaşar ama nefsini aslı doyuramaz. Dünyadaki tüm monümentlerle fotoğraf çeksen ve instegramında 1 milyon beğenilme alsan da içindeki boşluk doymayacak. Bunu sen de biliyorsun.”


     Yüzünde acı ve tiksinme belirtileri çıktı. Strese girdi. Elleri titredi. Gerçek yaşı birden kendini gösterdi.

     “Kaba dürüstlüğünü bağışlıyorum. Dahası teşekkür ediyorum.”

     “Saat geç oldu Carlo. 10 gün sessizlikten sonra bu kadar muhabbet dinlemek ve konuşmak beni yordu. İyi geceler.”

Carlo: “İyi geceler. Ben yarın ayrılıyorum. Hoşça kal. Sana başarı dolu bir hayat diliyorum.”


     Sonraki cümleyi içimden kurdum ve ona söylemedim.

Tanrı’nın verdiği çizgide yürüyebilmek tek dileğim”


     Gece yatmadan önce ışıkları kapattım ve meditasyona oturdum. Carlo’yu ve onun güçlü enerjetik dişlerini auramın batırdığı yerinden bıraktım. Hiç bir kötü niyeti yoktu ama bana da bir şey ispatlamak istemişti. Bunu yapmanın tek yolu zihinsel olarak insanları tutmak, bağlamak , hapsetmek ve onlara zorla kendi gerçeğini benimsetmekti öğrendiği, bildiği ve tüm hayat boyu yaptığı şey. Eğer o dişleri battığı yerden ilk anda çıkarsaydım bir sohpeti paylaşamazdık. Kalkıp giderdim. Dişlerini ve egosunun gücünü kabul etmiştim birlikte oturabilmek için. Çünkü Tanrı’nın bu adamı sebepsiz yere karşıma çıkartmadığına güveniyordum. Nedenini anlamak istiyordum ve kadere teslim olmuştum. O dişler tutunduğu yerden çıkınca sevgimi sessiz ve sözsüz olarak onunla paylaştım.


     Birden aklıma Vipassana kursundan aldığım yeni kitap geldi. Carlo kitap okumayı çok sevdiğini söylemişti. Devasa bir kütüphanesi varmış. Işıkları yakıp çantamda o kitabı aradım. İçine kısa bir mektup yazıp kitabı paketledim.


     Şöyle yazdım: “Vipassana’yı yalnızca İsa veya Buddha’nın kendisine tavsiye etmezdim. Geri kalan herkese tavsiye ederdim. Yani demem o ki, sen kendini yine mutlu bil ama içinde %1 bile olsa sahte bir benlik, sahte arzular, tatminsizliğin boşluğu ve acısı kaldıysa, bu kitap ve vesilesiyle vipassana ya da başka bir meditasyon tekniği, ya da başka bir ruhsal çalışma yolu; o %1’i varlığından söküp çıkarmana, en gerçek en yüce mutluluğa yükselmene yardımcı olsun.”

     Onca vipassana konulu kitap arasından o kitabı seçmiştim. Amerika’nın en iyi satan yazarlarından birinin vipassana’nın şifasından yararlandıktan sonra yazdığı ve en çok da belki kendini ‘üst sınıf’ olarak bilenlere aralarından çıkan birinin seslenişi ve ulaşması olmuş. Bu kitabı okumayacağımı bile bile satın almıştım. İçinde yazan her şeyi tüm kalbimle bildiğimi biliyordum. Böyle bir kitaba ihtiyacım yoktu. Kalbimin isteklerine sorgulamadan uyan biriyim. Kitabı da o sebeple satın almıştım. Al demişti kalbim, o kadar.


     Hediyeyi ertesi sabah Carlo’ya sarılarak verdim.

     Ona sarılırken hiçbir günahı için onu yargılamadığımı ve olduğu varlık olarak sevdiğimi içimde hissettim. Bu benim için çok çok kıymetli bir şifalanmaydı. Onun için en samimi duamı içimden ettim.

     Ve en samimi duamı şimdi hepimiz için, tüm varlıklar için seslice ediyorum:

     “Bütün varlıklar mutlu olsun. Bütün varlıklar zihinsel hapislerinden kurtulsun ve gerçek özgürlüğü tatsın. Kalplerimiz, ilahi aşka yükselmiş bütün üstatların kalpleri gibi pürü pak olsun. Aşk olsun.”


     Bu sabah Jaipur’un hiçbir kalesini, hiçbir sarayını, hiçbir müzesini görmeye ilgim olmadığını bilerek dışarı çıktım. Özgürlüğü duyumsayarak yürüdüm, bir kafe buldum ve bu yazıyı kaleme aldım.


     Takip eden yazıda Vipassana’yı ince detaylarına kadar ele alıp sizlerle derin ve çok güzel şeyler paylaşmak istiyorum.


     Bu arada “Mucizeye yolculuk 1” kitabımız hala inceleme altında. Gönderdiğim 12 yayın evinden 4 tanesi olumsuz yanıt verdi. Geri kalan 8 hala sessiz. Kitabımız! Biz birsek eğer ve sevgide buluştuysa kalplerimiz, sizin veya benim bütünün hayrına yazdığımız bir kitap, bizimdir, hepimizindir. Onun yayınlanması konusundaki pozitif duygu ve dileğinize bir an dikkat etmenizi rica ederim. Teşekkür ederim kardeşim.”


     Belki gelecekte bir gün, Carlo beni bulursa, Vipassana kapısı önünde çektiği bir fotoğrafı benimle paylaşırsa, o vakit onun fotoğrafını ben de sizlerle paylaşırım.


Aşk ile Hu.