Dün akşam yeni vardığım Jaipur’da, yeni otelimin odasına giriş yapmak üzereyken koridordaki yabancı bir centilmenin otel çalışanı ile konuşmasına denk geldim. Başımı çevirip baktım. O da o sırada dönüp bana baktı.
“Jesus Christ”- “İsa Mesih” dedi tiyatral bir ses tonuyla, ellerini havaya kaldırarak.
Kapının kilidiyle uğraşıyordum ve henüz açamamıştım. Dönüp etrafıma baktım onu şaşırtan bir şey mi oldu diye görmek için.
Parmağını bana doğru işaret ederek “Sen sen” dedi. “İsa Mesih’e benziyorsun.”
Hala kapının kilidiyle uğraşırken yanıt verdim.
“Umarım bir gün kalbim onun kalbi gibi saf olur.”
Bana doğru yürüyüp yanıma vardı.
“Neden öyle dedin?”
Sanki bilmezlikten değil de benden duymak istediğinden ötürü sormuştu.
“Eğer bir nebze benziyorsa; dış görünüşümün ona benzemesinin hiçbir önemi yok. Ona benzemesini isteyebileceğim tek şey kalbimin saflığıdır.”
O vakit gözleri hemen yaşararak kocaman bir gülümsemeyle iki elini uzatıp elimi bekledi. Normal bir el sıkışma değildi. Verdiğim tek eli iki eliyle birden kavrayıp sıkıca tuttu.
On dakika sonra lobide buluştuk bir çay içip on dakika söyleşmek için.
İlk söylediği söz şöyle oldu:
“73 yaşındayım.”
Güzelce taranmış gri saçları, düzgün kesim top sakalı; uzun ve güzel yapılı, dinç görünen bedeni, şık ve modern yolcu kıyafetleri ile en fazla 57 gösteriyordu.
“Bil bakalım nereliyim?”, diye sordu.
“İtalya ya da Yunanistan?”
“İtalya. Adım Carlo”
Tanışmış olduk.
Birden bire başladı hayat hikayesini anlatmaya. Babasıyla ve erken çocukluğuyla başladı hikayeye. Şaşırdığımı belli etmedim. Belki bir çay içerken yolculuğumuz hakkında söyleşiriz diye düşünmüştüm. Birkaç dakika sonra hikayesi iyice derinleştiğinde durumu tamamen kabul edip daha gerçek bir ilgiyle dinlemeye başladım. Belliydi ki dinlemek için oradaydım. Dinledim.
Çocukluğunda Sardinya adalarına göç etmişler. Babası bir maden ocağında çalışarak 3 çocuğunu ve eşini zor yaşam koşulları altında hayatta tutmuş. Baba çöken bir madenin altından sağ çıkan birkaç kişiden biri olmuş. O kazada 350 arkadaşı ölmüş. Velhasıl, Carlo, evde dört kişiyi geçindirecek maddi imkan olmadığı için ücretsiz ve yatılı bir rahip okuluna gönderilmiş 14 yaşında.
Rahip okulunda spor derslerinde onun çok sağlam bir bedene sahip olduğu ve iyi futbol oynayabildiği görülmüş. Rahipler demiş ki sen rahip değil futbolcu olmak için doğmuşsun. Carlo’yu iyi bir antranör ve sporcu avcısıyla tanıştırıp onun himayesine vermişler. 17sinde Carlo amatör lige çıkmış. Çok iyi bir oyuncuymuş ve yıldızı hızla parlıyormuş. Zengin olup babasını kalkındırmak ve onun gurur duyduğu oğlu olmakmış hayali. Futbolu da öyle bir savaş olarak görüp, öyle oynamış. Savaşlarda ne olursa ona da öyle olmuş. Kötü bir yaralanmayla spordan düşmüş. Böylece futbol aracılığıyla başarılı ve zengin olma, babasını gururlandırma ve kalkındırma hayali yıkılmış.
Yılmamış. 18’inde Amerika’ya işçi olarak gitmiş. Hem çalışmış hem üniversite okumuş. Bir taraftan ailesine para da göndermiş. Sonunda ekonomi okuyup, üstüne master yapıp ekonomi dalında Doktora almış.
Onca yıl akademisyen olma hayaliyle günde 5 saat uykuyla hem okuyup hem çalıştığını ailesine hiç anlatmamış. Onlar onu yalnızca Amerika'da çalışıyor sanıyormuş. Hep o mükemmel günü bekleye durmuş; elinde diplomalarıyla babasının karşısına çıkacağı günü.
Sonunda o gün gelip çatmış ama babası artık ölüme yakın, yaşlı ve hasta bir adammış. Carlo babasının doğum gününde eve dönmüş.
Carlo:
“Tüm aile çorap gibi, bardak gibi anlamsız hediyeler vere durdu ihtiyara, sanki birine bile ihtiyacı varmış gibi... Bense ...”
ve Carlo’nun boğazı düğümlendi. Konuşamadı. Dudakları titriyordu.
“Ben...”
“Ben kalkıp önüne gittim. Diplomalarımı eline uzattım.”
Bu cümle tamamlandığında 73 yaşındaki Carlo’nun gözlerinden ince ince damlalar süzüldü.
Benim de gözlerim onunkilerle birlikte yaşardı. Çünkü onun yalnızca sözlerini değil içini de dinliyordum ve içi başarmanın, zorlukların altından kalkmanın haklı gururuyla titrerken bir taraftan da babasının zorlu hayatı için hala hüzün duyuyordu.”
Carlo:
“Babam diplomaları elinde tuttu, baktı baktı baktı... Sonra kalktı, hiç birşey söylemeden odasına gitti, kapıyı kapattı ve bir daha çıkmadı o akşam. Ertesi sabah kahvaltıya geldiğinde beni omuzlarımdan tuttu ve oğlum benim, doktorum benim, dedi.”
Sonra göz yaşlarına boş yere hakim olmaya çalıştı Carlo. Yüzünü sildi, burnunu fınkırdı, boğazını temizledi, yüzünü ciddileştirdi etrafına bakındı başka gören var mı diye ve birden güçlü Carlo imajına giriverdi. Başarı hikayelerini anlatmaya başladı. Çok talihli bir adammış ve çok zekiymiş. Zekası özellikle bir şeyleri pazarlama üzerine keskinmiş.
“En boktan bir kalemi sana satabilirim hatta büyük annemi bile satabilirim”, dedi.
Küçük ticaretlerle başladığı yolculuğu onu milyonerliğe ve bir camiada belli bir üne ulaştırmış. Adını saydığı dünyaca ünlü moda markalarında pazarlama müdürü olmuş. Yönetim çemberlerinin başkanı olmuş. Çok ünlü modellerle, çok ünlü iş ve sanat dünyası insanlarıyla tanışmış. Operalarda dostlarına balkon kapatmış. Kendisinden kat ve kat zengin dünyayı parmağında oynatan tür adamlarla dahi tanışmış ve onlar için bazen çalışmış da.
Konuşurken bir ara, hızla bir pençe gibi kullandığı sağ eliyle dizimi yakaladı ve dedi ki:
“Ticarette saldırgan bir köpek gibi ısırır ve asla bırakmam. Kopartana dek bırakmam!”
Carlo konuştukça hırsları, savaşçılığı, savaşlardaki kirli dövüşü, şehveti, kendinle övünen egosentrik halleri giderek görünmeye başladı. Bana telefonunda o eski hayatının fotoğraflarını gösterirken, beni etkilemeye çalıştığını fark ettim. Birden bire lafa girdim ve dedim ki:
“İlgilenmiyorum Carlo. Hayat hikayeni bana açman ve benim buna şahit olmam hoştu ama daha fazlasıyla ilgilenmiyorum. Duymayı kabul edebileceğim kadarını duydum.”
Çok şaşırdı ve mahcup hissetti.
Lütfen, dedim, “hiç gerek yok mahcubiyete. Dürüstlüğü severim; yalandan dinleyişleri ve gülümsemeyi sevmem. Sana karşı saygımdan ötürü, bu kadarı bana kafi demek zorundayım.
“Ne oldu bana bilmiyorum genç dostum. Ben hikayemi kimselere böyle anlatmam. Seninle göz göze geldiğimizden ve oturduğumuzdan beri dilim çözüldü. İstediğimden daha fazlasını anlatır oldum”.
Gerçekten de istediğinden daha fazlasını anlattığı doğruydu. Mesela uluslararası hava ambulansları işleterek patronuna milyarlar kazandırmış ve bunu yaparken google’a büyük rüşvetler vererek ilk 9 reklamı kapattırmış. 9 farklı gözüken firma yaratmış ama hepsinin arkasında o varmış.
Mesela Hindistan’da hastalanan bir turisti alıp ülkesine getirecek ambulans için bedel en birinci çıkan firmada 150 bin dolar ve 9. sırada çıkan firmada 120 bin Dolar'mış. Böylece kişi farklı şirketler arasında seçim şansı olduğunu sanarak hangisini seçerse seçsin aslında parayı ona ödüyormuş.
Tüm bunları anlatırken Carlo’nun yüzü seyiriyor, dudakları çekiliyor ve köpek dişleri gerçekten gözüküyordu.
Sonra ben konuştum.
“Carlo sen başkalarının hikayelerini merak eder misin? Dinler misin? Yoksa yalnızca kendini mi anlatırsın? Çünkü bir saat oldu oturalı ve hakkımda hala hiç bir şey bilmiyorsun.”
Yüzü bir daha mahcubiyet ve şaşkınlık geçirdi.
“Kimse uzun zamandır bana bu kadar dürüst davranmadı. Affedersin, haklısın. Şimdi merak ettim işte, gerçekten. Sen kimsin?”
Hikayemin ana hatlarını detaylara girmeden biraz anlattım. Diplomalarımı ve gemi cüzdanlarımı yaktığımı söylerken yüzündeki ifadeyi inceledim. Şaşkınlığı hat safhaya çıkmıştı. Diploma onun için çok önemliydi. Ona göre hayat başarısının bir kanıtıydı ve toplumda saygı değer bir yer edinmek isteyen herkesin böyle kanıtlara ihtiyacı vardı. İşte şimdi Carlo’nun oğlu bilmem hangi büyük üniversiteden profesör olacaktı ve kızı başka bir okulda başka bir pozisyonda...
Maya’yı okuldan aldığımızı, yeni bir hayat yaratabilmek ve Maya’ya daha özgür, özel ve gerçek ve ruhsal bir eğitim vermek istediğimizi anlattığımda gözleri iyice açıldı.
“Genç dostum biz bir birimiziden 180 derece farklı insanlarmışız ,” dedi.
“Evet ama birbirimizi yargılamadan dinleyebiliyoruz galiba, değil mi? İşte bu yüzden bu buluşma ruhani bir gelişim imkanı sunuyor ikimiz için de. Sana sormak istiyorum. Neden bu ucuz oteldesin Carlo? Neden 5 yıldızlı bir otelde değil de buradasın?”
“15 senedir iş dünyasının dışındayım. Çok zenginim. Dileseydim beş yıldızlı otelde kalırdım ama oralarda çok kaldım. Tatmadığım şey kalmadı. Dünyayı geziyorum uzun yıllardır. Bazen ranzalı misafirhanelerde bile kalıp 10 kişiyle bir odayı paylaştığım oluyor. Neden bilmiyorum aslında. Galiba bunu seviyorum...”
“Ahhh belki çok fazla sahtelik vardı o zaman yaşadığın hayatında ve daha gerçek ilişkiler, daha dürüst insanlar, daha sıradan dostluklar yaşamak istiyorsun artık. Belki materyalin geçiciliğini ve boşluğunu fark ettin."
“Tam da öyle Gokhan ama buradan çıkıp çok lüks bir restoranda şampanya da içiyorum. Lüks hayatı bırakmış değilim. Dünyanın çoğu yerinde evlerim, mülklerim, ilişkilerim var. Mesela Hindistan’da özel taksiyle geziyorum. Benimki biraz kılık değiştiriğ sokağa inen kral misali.”
Carlo başladı bu defa son 15 sene boyunca ne çok yere gittiğini, ne çok yerde fotoğrafı olduğunu anlatmaya. Tüm bunları anlatırken Carlo’nun köpek dişleri yine gözüküyordu. O artık iş dünyasındaki başarılarıyla bir şey kanıtlamaya çalışmıyordu da, 73 yaşında bir adam olarak hayatı dolu dolu yaşayıp hala sevişebildiğini ve yarışabildiğini farklı bir şekilde kanıtlamaya çalışıyordu. Eski iş arkadaşlarının bu hayatını duyduğunu, çok şaşırdıklarını, onların yaşlı ve göbekli olduklarını, kendisinin genç ve dinç olduğunu, onları yine solladığını, kendini kaptırarak ve yine istediğinden fazlasını ağzından kaçırarak anlatıyordu.
Bu defa elimi kaldırdım avucumu göstererek ve bu kadar Yeter Carlo dedim.
“Yeter kardeşim. Gördüğüm o ki sen hala bir başarı kanıtlama hikayesinin içinde yarışıyorsun. Değiştiğini zannediyorsun ama hayatının temel egoist şemali tekrar ediyor. Bana gün gibi açık görünüyor bu ama belli ki sen anlayamıyorsun. Artık yarışmak, kanıtlamak aslında sana acı veriyor olmalı. Büyük ihtimal acıyı duyuyor ama parmağını üstüne koyamıyorsun. İşte bundan ötürü acım diyemiyorsun. İçindeki boşluğu böyle dolduramazsın.”
Carlo bu defa öncekinden de fena sarsıldı. Sen kimsin ki bana kendi hayatımı ve kendimi bilmediğimi söylüyorsun deme noktasına geldi. Ağzından çıkmak üzereydi bu sözler, bu çok belliydi. Bu olmadan evvel hızla söze devam ettim.
“Daha dün 10 günlük Vipassana inzivasından çıktım. Vipassana nedir biliyor musun?”
“Hayır.”
“Bana lütfen beş dakika izin ver sana anlatayım Vipassana nedir. Dinlediğinde neden konuştuğum gibi konuştuğumu anlayacaksın. Amacım kaba olmak değil. Sözlerim sevgiden.”
Hayal kırıklığı dolu gözlerini saklayamadan devirdi. Eskiden olsa belki benim gibi birini çiğneyip tükürürdü sözleriyle ve konuşma devam edemezdi. Ama çok şey görmüş geçirmiş ve zihnen açık olması gerektiğini bir nebze anlamış biriydi. O yüzden sabretti.
“İyi anlat bakalım.”
(Vipassana’yı takip eden blog yazısında anlatıp sizlere de tavsiye edeceğim için burada Carlo’ya anlattıklarımı detayıyla yazmayacağım.) Özetiyle:
“Ben” ve “benim arzularım” dediğimiz şeylerin nasıl egomuzdan ve karmamızdan doğduğunu, duygusal ve zihinsel yaralarımızdan doğduğunu hatta ailelerimizin, atalarımızın ve toplumun yaralarından doğduğunu ve hayat boyu tekrar ettiğini; gerçek benin ise bu kimliklerin ötesinde saf, kutsal, gerçek sevgiden ve Tanrısal olduğunu, gerçek benin ortaya çıkartılması halinde onun diğer varlıkların yalnızca iyiliğini ve mutluluğunu isteyeceğini, tüm seçimlerini bütünün hayrına düşünerek yapacağını anlattım. Vipassana’nın içimizdeki sahte beni ve öz beni tanıyabilmemize yarayan, bizleri egonun hapsinden özgürleştirecek bir meditasyon tekniği olduğunu anlattım.
“Ben gerçekten mutluyum ve dolu dolu yaşıyorum, böyle birşeye ihtiyacım yok”, dedi.
Dedim ki bu güne kadar bilerek ya da bilmeden yaptığın bütün adaletsiz seçimler, hakkani olmayan rekabet, başkalarına çelme takışların... Bunların hepsinin bir izi varlığında mevcut. Bu iz oradayken asla gerçekten mutlu olamazsın. Başkalarını mutsuz etmiş biri kendisi mutlu olmayı deneyimleyemez. O kişi mutluluk sandığı, aslında nefsine dokunan bazı hisler yaşar ama nefsini aslı doyuramaz. Dünyadaki tüm monümentlerle fotoğraf çeksen ve instegramında 1 milyon beğenilme alsan da içindeki boşluk doymayacak. Bunu sen de biliyorsun.”
Yüzünde acı ve tiksinme belirtileri çıktı. Strese girdi. Elleri titredi. Gerçek yaşı birden kendini gösterdi.
“Kaba dürüstlüğünü bağışlıyorum. Dahası teşekkür ediyorum.”
“Saat geç oldu Carlo. 10 gün sessizlikten sonra bu kadar muhabbet dinlemek ve konuşmak beni yordu. İyi geceler.”
Carlo: “İyi geceler. Ben yarın ayrılıyorum. Hoşça kal. Sana başarı dolu bir hayat diliyorum.”
Sonraki cümleyi içimden kurdum ve ona söylemedim.
“Tanrı’nın verdiği çizgide yürüyebilmek tek dileğim”
Gece yatmadan önce ışıkları kapattım ve meditasyona oturdum. Carlo’yu ve onun güçlü enerjetik dişlerini auramın batırdığı yerinden bıraktım. Hiç bir kötü niyeti yoktu ama bana da bir şey ispatlamak istemişti. Bunu yapmanın tek yolu zihinsel olarak insanları tutmak, bağlamak , hapsetmek ve onlara zorla kendi gerçeğini benimsetmekti öğrendiği, bildiği ve tüm hayat boyu yaptığı şey. Eğer o dişleri battığı yerden ilk anda çıkarsaydım bir sohpeti paylaşamazdık. Kalkıp giderdim. Dişlerini ve egosunun gücünü kabul etmiştim birlikte oturabilmek için. Çünkü Tanrı’nın bu adamı sebepsiz yere karşıma çıkartmadığına güveniyordum. Nedenini anlamak istiyordum ve kadere teslim olmuştum. O dişler tutunduğu yerden çıkınca sevgimi sessiz ve sözsüz olarak onunla paylaştım.
Birden aklıma Vipassana kursundan aldığım yeni kitap geldi. Carlo kitap okumayı çok sevdiğini söylemişti. Devasa bir kütüphanesi varmış. Işıkları yakıp çantamda o kitabı aradım. İçine kısa bir mektup yazıp kitabı paketledim.
Şöyle yazdım: “Vipassana’yı yalnızca İsa veya Buddha’nın kendisine tavsiye etmezdim. Geri kalan herkese tavsiye ederdim. Yani demem o ki, sen kendini yine mutlu bil ama içinde %1 bile olsa sahte bir benlik, sahte arzular, tatminsizliğin boşluğu ve acısı kaldıysa, bu kitap ve vesilesiyle vipassana ya da başka bir meditasyon tekniği, ya da başka bir ruhsal çalışma yolu; o %1’i varlığından söküp çıkarmana, en gerçek en yüce mutluluğa yükselmene yardımcı olsun.”
Onca vipassana konulu kitap arasından o kitabı seçmiştim. Amerika’nın en iyi satan yazarlarından birinin vipassana’nın şifasından yararlandıktan sonra yazdığı ve en çok da belki kendini ‘üst sınıf’ olarak bilenlere aralarından çıkan birinin seslenişi ve ulaşması olmuş. Bu kitabı okumayacağımı bile bile satın almıştım. İçinde yazan her şeyi tüm kalbimle bildiğimi biliyordum. Böyle bir kitaba ihtiyacım yoktu. Kalbimin isteklerine sorgulamadan uyan biriyim. Kitabı da o sebeple satın almıştım. Al demişti kalbim, o kadar.
Hediyeyi ertesi sabah Carlo’ya sarılarak verdim.
Ona sarılırken hiçbir günahı için onu yargılamadığımı ve olduğu varlık olarak sevdiğimi içimde hissettim. Bu benim için çok çok kıymetli bir şifalanmaydı. Onun için en samimi duamı içimden ettim.
Ve en samimi duamı şimdi hepimiz için, tüm varlıklar için seslice ediyorum:
“Bütün varlıklar mutlu olsun. Bütün varlıklar zihinsel hapislerinden kurtulsun ve gerçek özgürlüğü tatsın. Kalplerimiz, ilahi aşka yükselmiş bütün üstatların kalpleri gibi pürü pak olsun. Aşk olsun.”
Bu sabah Jaipur’un hiçbir kalesini, hiçbir sarayını, hiçbir müzesini görmeye ilgim olmadığını bilerek dışarı çıktım. Özgürlüğü duyumsayarak yürüdüm, bir kafe buldum ve bu yazıyı kaleme aldım.
Takip eden yazıda Vipassana’yı ince detaylarına kadar ele alıp sizlerle derin ve çok güzel şeyler paylaşmak istiyorum.
Bu arada “Mucizeye yolculuk 1” kitabımız hala inceleme altında. Gönderdiğim 12 yayın evinden 4 tanesi olumsuz yanıt verdi. Geri kalan 8 hala sessiz. Kitabımız! Biz birsek eğer ve sevgide buluştuysa kalplerimiz, sizin veya benim bütünün hayrına yazdığımız bir kitap, bizimdir, hepimizindir. Onun yayınlanması konusundaki pozitif duygu ve dileğinize bir an dikkat etmenizi rica ederim. Teşekkür ederim kardeşim.”
Belki gelecekte bir gün, Carlo beni bulursa, Vipassana kapısı önünde çektiği bir fotoğrafı benimle paylaşırsa, o vakit onun fotoğrafını ben de sizlerle paylaşırım.
Aşk ile Hu.
No comments:
Post a Comment
Note: only a member of this blog may post a comment.