Not: Okumadıysanız ilk iki yazıyı okuduktan sonra bu yazıya varmanızı tavsiye ederim.
Not: İçinde sevgi olmayan gerçekleri duymak daha zordur. Gerçek olarak kabul ettiğim ve içsel olarak yaşadığım şeyleri sevginin filtresinden geçirerek yazdım. Tüm niyetim, yaraması, şifa olması, aşk olması. Aşk olsun Hu!
---
Eşim ve kızım, Yuuka ve Maya ile Delhi havalimanında birbirimize kavuştuk. Mayam kollarıma atladığında göz yaşlarını bıraktı, dizlerinin bağı çözüldü. Üçümüz birbirimize sarıldık ve güçlerimiz, hayallerimiz, ışığımız birleşti. Akıllarımızda geleceğe dair soru işaretleri var idiyse bile o anda kayboldu ve her şey yolunda, her şey tam zamanında, her şey mükemmel hissi geldi.
Yuuka gençlik yıllarında birçok kez Hindistan’ı ziyaret etmiş, aylarca kalmıştı. Hindistan’ı biliyordu. Maya’nın ilk seferiydi ve ne kadar bazı şeyleri anlatmaya çalıştıysam da onu Hindistan’ın bazı yüzleriyle karşılaşmaya hazırlayamadığımızı düşünüyordum. Bu ülkede gördüğünüz bazı şeylere yargılamadan, kızmadan, ürkmeden bakabilmek zor. Hele de Japonya gibi her şeyin düzenli, zamanında, temiz ve saygıdan olduğu bir ülkeden kalkıp, Hindistan’ın en kaotik şehirlerinden biri olan Delhi’ye girince insanın zihninde bir şok oluşabilir. Kalabalık bir sokakta üstünüze üşüşen rikshaw şoförleri (Motor taksi), sizi bir yerlere götürmeye, bir şeyler satmaya çalışan insanlar, arkadaşça yaklaşıyormuş gibi yapan dolandırıcılar, mafyaların çalıştırdığı çocuk dilenciler, yol kenarında işeyen bir adam, onun yanında yerde uzanmış birileri, onun yanında sokak yemeği satan bir işportacı, koşturan bir fare, havada karbonmonoksit, her yere serpiştirilmiş telefon antenleri ve korna gürültüsü... Ah hele de korna gürültüsü. Yolun ortasında inek dışkısı ve ineğin kendisi, yanınızdan geçen son derece lüks bir araç ve fakirliğin kelimelere dökülemeyeceği halleri... Hepsi bir arada. Böyle bir şehirde frekansınızı düşürmeden, dahası frekansınızı yüksek tutarak yemek yiyebileceğiniz, dinlenebileceğiniz yerleri bulmak bir ustalık işi. Neyin ustalığı diye sorulacak olursa “Vipassana” ustalığı derim. Bu ustalık yalnızca vipassana meditasyon yapanlara mahsus değil. Vipassana “Olanı olduğu gibi görmek” demek. Bu ruhani kas, hakikati aramış, ruhuna doğru yönelmiş her keste bir derece gelişmiş bir kastır ve insanı tepkisel-bilinçsiz yaşamdan adım adım kurtarır. Şöyle ki insan zihni gördüğü, duyduğu, başına geldiğini düşündüğü her şeyle anında içsel bir bağ kurar ve tepki göstererek kendini olmakta olanın içine dahil eder.
Yağmur mu yağıyor mesela? Sıradan bir yağmur değil o zihin için. O beni ıslatan, benim başıma gelen, benim sevdiğim türden ya da nefret ettiğim türden, bana göre öyle ya da böyle bir yağmur...
Çok otomatik olur olmakta olana tepki göstermek ve olana dahil olmak; insan çoğunlukla fark etmez.
Yoldan geçen araç çamurlu su sıçrattı da üstü mü pislendi? Amaaaaan...!!! O sıradan bir üst kirletmesi değil. O dünyanın en terbiyesiz insanının en talihsiz kişiye (-BEN’e) çatması, saldırması, kirlenen paltonun hatırası ya da fiyatı, olayın başka bir arkadaşın başına gelmiş olayla benzerliği, karmasının göbek deliği... Susar mı bakalım sonra zihin on saat ya da on gün. Sürekli o an, hiddetiyle, korkusuyla, üzüntüsüyle, defalarca döner durur aklında.
Kişinin oğlu sınıf birincisi mi oldu? O herhangi bir oğul değil, o herhangi bir sınıf değil, o BENİM OĞLUM ve BENİM OĞLUMUN sınıfı, ve bu Bana Tanrı’nın bir ödülü. Bu birincilik benim evlat yetiştiriş şeklimin sonucu ve ödülü. (Neredeyse kendisi sınıf birincisi olmuş.)
Aynı kişinin oğlu sakarlık edip cüzdan mı kaybetti? Amaaaan bu Tanrı’nın cezası, nasıl da babasına çekmiş ve ( :D hahahaha. ) Amaan, nasıl da bir cüzdana sahip çıkamıyormuş, iq’su kaçmış? Onu sınıf birincisi yapan öğretmende de akıl yokmuş...
Sunulan pizza çok mu hoşuna gitti? Amaan bu var ya dünyanın en iyi pizzası. Zaten bayağı pahallı da onun için bu kadar iyi. Haftaya da burada yiyelim. Hatta her hafta bir kere gelelim. Odun ateşinde mi?
Ne? İçinden kıl mı çıktı? Ustanın nişan yüzüğü de yanında mı? Tüüüüüh, böyle işletmecilik olur mu? Lan bu bana yapılır mı? Belediyeye şikayet edeceğim, kapatsınlar. Ne İtalyan pizzasıymış. Hem pahallı hem pis.
...ve bu hikayelere verilen tepkiler defalarca kez zihinde tekrar olur; o gün, o gece, ertesi sabah, ertesi akşam; belki 10 sene sonra bir akşam...
Zihin, hayat boyu olanı olduğu gibi görüp kabul edememekten doğan meşguliyetin kaynağıdır. Zihin insanı her zaman böyle meşgul ve tepkisel tutar. İnsan, dışında gördüğü her şeyle sayısız bağlar ve kimliklenmeler yaşar ve sürekli bilinçsiz bir tepkisellikte yaşar; vipassana kası gelişene dek.
O kas geliştiyse:
Yağmur mu yağdı? Yağmur yağdı.NOKTA
Paltoya çamur mu sıçramış? Paltoya çamur sıçramış.NOKTA
Çocuk sınıf birincisi mi? Çocuk birinci olmuş.NOKTA
Cüzdan mı kaybetmiş? Cüzdanı kaybetmiş.NOKTA
Pizza lezzetli mi? Lezzetli.-NOKTA
İçinden kıl mı çıktı? Çıktı-NOKTA
Vipassana kası geliştiyse olana tepki vermek yoktur; pozitif eylem ise sonuna kadar; ne gerekiyorsa ve elinden ne geliyorsa...
Buradaki örneklerden anlaşılacağı üzere; kimi tepkiler daha hoşa giden, yaşanılası hissedilen, arzu edilen şeylere karşı, zihinsel bağlanma(-tutunma-kovalama-) şeklinde ortaya çıkan bir tatmin arayışı. Nefsin asla doyuralamayacağını anlayabilirsek; bu zevk arayışı açıkça bir yokluk acısıdır aslında. Arzulanan şey şimdi burada değil ve bu bir zihinsel-bedensel acı kaynağı. Arzulanacak şeylerin neredeyse bir sonu yok o halde yokluk acısı ömür boyu.
Bazı tepkiler ise istenmeyen şeylere karşı, kaçma ya da savaşma şeklinde ortaya çıkan bitmek bilmez bir uğraş. Bu uğraşın kendisi sürekli zihinsel ve bedensel bir acı. Çünkü insanın hoşuna gitmeyen şeyler her yönde, her an mevcut ve arayan hepsini bulur. (Daha doğrusu kaçan ya da savaşan hepsini bulacaktır.) O halde kaçılan şeylerin yarattığı acılar da ömür boyu.
Böylece görüyoruz ki insanın 2 temel güdüsü var. Arzulamak (Kovalamak, Tutmak-tutunmak) ve Reddetmek (Kaçmak ya da savaşmak).
Tam bu noktada çok kritik bir gerçeği söylemek icap ediyor. Hangi platoda arzulamak ya da reddetmek acı yaratır?
Egonun ve nefsin platosunda mı? (İnsana insan değil de bilinç frekansı dersek; Bu plato belli bir düşüklükteki bilinç frekansının yaşamı.)
Ruhun ve hakikatin platosunda mı?(Bu da belli bir yüksekliğe varmış bilinç frekansının yaşamı.)
Ruhun ve hakikatin platosunda arzu duyumsanır ve serbest bırakılır. Onunla birlikte özgürce bir yöne doğru akılır ve vakti gelince o akış arzunun yaratımı olarak realiteye döner.
Aynı platoda tepkili bir reddedişi yoktur. Onun yerine, orada bütünün en yüksek hayrına olmayan şeylere, sevgiden ötürü kutsal bir bilgelikle, gerektiği vakit “DUR! Buradan geçemezsin”, demek vardır.
Bu örneği çok seviyorum: Yüzüklerin Efendisi’nde, Gandalf’ın karanlığın yaratığına, köprüde söyledikleri:
“Ben kutsal ışığın temsilcisi ve sana diyorum ki, geri dön. Buradan geçiş yok.”
Demek ki acı çekmek, ego-nefs platosunda, bilinçsiz zihnin doğasında var ve bilinç bir frekansa yükselene dek yaşam acıdır.
Hoşuna gitmeyen bir olay mı gördün, ormanlar mı yandı, ilkeler mi çiğnendi, ülken mi çalındı, ruhuna hakaret mi edildi...? Her ne olduysa; her ne olduysa onu geri alabilir misin? Olana bilinçsiz tepki vererek bilinçli ve pozitif bir değişim getirebilir misin?
Yarına, haftaya, ya da seneye olmasını istediğin şeyler mi var? Bu olmasını istediğin şeylerin hayaliyle çok mu zaman geçiriyorsun? Bu hayalin içinde kaybolup anın kıymetini ve gerçek tadını duyamıyor musun? Bu anda aslında bir yokluğun acısını mı duyumsuyorsun? Bu acı pozitif bir değişime yarıyor mu? Hayallerini gerçek edecek olan bu yokluk ve acı mı?
Madem tepkiselliğimiz acının ta kendisi ve çoğaltıcısı neden onu bırakamıyoruz? Neden bu kadar zor?
Gerçekleri görmeye en birinci gerçekten başlamalıyız: Bildiğimiz haliyle -o malum platoda; YAŞAM ACIDIR!
Yaşamın acı olduğunu kabul etmek pesimizm gibi mi geliyor?
Vipassana öğretmeni Goenka Ji bunun için der ki, “yaşamın acı olduğunu kabul etmek pesimist bir bakış açısı değildir. Aksine olanı olduğu gibi görmektir ve olan olduğu gibi görülmediği sürece, hakikate, Ruhsal mutluluğun kaynağına yaklaşmak mümkün değildir. Dolayısıyla yaşamı acı dolu doğasıyla görmek, gerçek mutluluğa giden ilk adımdır.”
Bu kabul edildikten sonra, artık acının yaratıcısı olan, zihin-ego yapısına çözümlemek üzere daha güçlü bir ışık tutabiliriz. Tutalım...
Zihin eğitilmeye muhtaç bir güç. O kontrolsüz güç kendini bilmeyen insan tarafından, bilinçsizce ve otomatik olarak kendini tanımlamak için kullanıldığında, Ego ortaya çıkıyor.
Ego bir ‘ben’ anlayışı. Ben, adımla soyadımla, dinimle, politik ve dünya görüşümle, statümle, cinsiyetimle, inançlarımla, sahip olduklarımla ve olamadıklarımla, hatta dinlediğim müzik, okuduğum kitap, belki tuttuğum takımla, hoşuma gitmeyenler ve hatta nefret ettiklerimle, vb. BeNiM. ((((((((((((“Ben buyum”)))))))))))). Böylece evrensel ve kutsal bir varoluş sanki küçücük tel örgülerle sınırlı bir alana sıkıştırılmış oluyor. Sonra insanın istediği ve istemediği her şey o sınırları koruyabilmek ya da genişletebilmek güdüsünden doğuyor. İnsan BEN dediği şeyi koruyabilmek ve genişletebilmek(güçlendirebilmek) için bir şeyleri arzuluyor ya da bir şeyleri reddediyor; bir şeylerin peşinden koşuyor ya da bir şeylerden kaçıyor-savaşıyor.
Şimdi taşlar oturuyor.
İnsan tüm hayatını bu sınırları korumak ve genişletmek çabasıyla geçiriyor. O alan daralsa da genişlese de ne fayda. Yine ego, yine sınırlı bir benlik. Doyumsuzluğun ve kabulsüzlüğün dolayısıyla tüm acıların kaynağı olan bir benlik! O tanımlanmış kimliğe uyum sağlamayan her olay kaçmak ya da savaşmak için bir sebep. O tanımlanmış kimliğe uyumlu sandığımız her şey ise artık kovalamamız ve sahip olmamız gereken yeni bir şey.
Alaskada’ki kişinin soğuğun acı veren doğasını kabul etmesiyle ve ona gösterdiği bilinçsiz tepkiyi bırakmasıyla birlikte huzurlu bir yaşama başlayacak olması gibi; egonun platosunda yaşam bulmuş her insanın da bu platonun acı demek olduğunu keşfetmesi; bu doğanın ruhunu anlaması, onun içinden geçmesinin şartı olsa gerek(?). Olmakta olanı, her şeyin gelip geçici doğasını bilerek dinlemek ve kabul etmek acıdan çıkışın yolu olsa gerek (?). Her şey gelip geçici. Geçmeyen hiçbir keyif, hiçbir acı yok. Mutluluklar da üzüntüler de, fiziksel zenginlikler ya da fakirlikler, güzellikler ya da çirkinlikler, hepsi gelip geçici. Her şeyin gelip geçici olduğu bir platoda bir şeyi kovalamanın ve ya bir şeyden kaçmanın, bir şeyle savaşmanın anlamı nedir? O zaman yaşamı bırakıp ölelim mi diyenler olsa gerek orada bir yerde (?)...
Onlara yine ruhsal platoda olanı hatırlatmak isterim: Orada ise her şeyin geçiciliği bilincinde, olanı olduğu gibi kabul ederek, tutmadan, tutunmadan, kaçmadan, kovalamadan, kalbine doğan istekleri andan ana ruhunun bilgeliğiyle, ruhunun rehberliğiyle, onurlandırarak, coşkulu bir nehir gibi akmak ya da oyuncu yunuslar gibi keyifle yol almak var.
Yol görünmüyor olsa bile güven duymak, güvende olmak, bilinçli yaratıcılar olmak var.
Bu kadar cümle aslında sadece şu 3 şeyi anlayabilmemiz için kuruldu:
1. Zihin-Ego frekansında Yaşam acıdır. Acı tepkiden doğar ve sürekli çoğalarak birikir.
2. Bilinçlerin frekans olarak yükselişi ile her şeyin geçiciliği daha kalıcı bir bilgi olarak öğrenilir, bu insana olanı kabul etme gücü verir; tepkisellik pozitif ve bilge eylemlerle yer değiştirir.
---
Daha önceki yazımda demiştim ki Vipassana meditasyon herşeyin geçiciliğini içsel ve kalıcı olarak edinmenin önemli bir aracıdır. Vipassana tekniğinin uygulanışı hakkında bilgi vermeden önce bütün bu cümlelerin kurulması ve temel gerçeklerin göz önüne serilmesi gerekiyordu.
Takip eden yazıda artık teknik hakkında yazacağım; ruhsal akış o an buna izin verirse...
Not: Tüm bu yazdıklarımı ruhumun verişiyle kalbime geldiği gibi yazdım. Ben de bir ucu hala ego-acı platosunda olan altı üstü insan bir varlığım. Benim de tepkiye düştüğüm anlar, duyduğum acılar var.
Şu kadarını deneyimimden aldığım cesaretle ve iç rahatlığıyla söyleyebilirim ki, ruhsal gelişim yönünde atılan her adım insanı acıdan içsel huzura doğru yaklaştırıyor. Daha az acı daha fazla huzur geliyor.
Tamamen acıdan çıkılır mı; bu yaşamımızda bizlerin kaderinde bu var mı? Bunu da önümüzdeki yazıda ele almak isterim-ruhum konuşursa.
Not: Delhi'nin kornoları çala durdu. Çaldı.NOKTA.
No comments:
Post a Comment
Note: only a member of this blog may post a comment.